Transatlantik: Lübnan’da ateşkes - Ukrayna savaşında son durum - Trump gün sayıyor

27.11.2024 medyascope.tv

27 Kasım 2024’te medyascope.tv'de yaptığımız Transatlantik’i yayına Tania Taşçıoğlu Baykal hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Transatlantik”le karşınızdayız. Bu hafta nihâyet tam kadroyuz. Gönül iki haftadır yoktu, özletti kendini. Gönül Tol ve Ömer Taşpınar ile çok şey konuşacağız. Ukrayna Savaşı’ndaki son durumu ve Lübnan’daki ateşkesi konuşacağız. Gönül, sen yokken biz Ömer’le iki hafta Trump’ı, dış politikasını, kabinesinin nasıl şekilleneceğini konuştuk. Senin o konuda söyleyeceklerin vardır. Önce sen bize, şu anda şekillendiği hâliyle 20 Ocak’a kadar Trump’ın kabinesinde neler gözüktüğünü ve sonrasını anlatır mısın? Bu konuda senin de görüşlerini alalım. Sonra Lübnan’la ve savaşla devam edelim.
Gönül Tol: Trump’ın bugüne kadar kabinesine kimleri getirdiğine baktığımızda, ana akım tarafından kabul görmeyecek pek çok isim var. Hepsi değil, ama büyük çoğunluğu çok tartışma yaratan isimlerdi. Bu isimlerin temel özelliği, Trump’a kayıtsız şartsız bağlı olmaları. Bu şu anlama geliyor: Aslında belki de kabine üyeleri, özellikle dış politika meselesinde, savunma konusunda, “Trump’ın düşünce şeklini ve politikalarını nasıl şekillendirebilir?’’ konusundan çok, bu insanlar, Trump’a “Hayır” demeyecek ve Trump’ın zâten kafasında olan vizyonu hayâta geçirmek üzere seçilmiş isimler. Trump’ın kampanya sürecinde söyledikleri, ne yapmak istediği konusunda aslında bize çok net fikirler veriyor. Buna dış politika da dâhil. O yüzden tek tek, kimleri nerelere atadığı üzerinden gitmek yerine, Trump’ın ne sözü verdiğine bakmak lâzım.
Çin meselesinden başlayalım. Bunu daha önce de söylemiştim, târifelerin ve gümrük vergilerinin yükseltilmesi sâdece Çin için değil, aynı zamanda Amerika’nın müttefiki ülkelere de yapılacak — ki Trump geçenlerde Meksika ve Kanada’ya da gümrük vergilerini artıracağını söyledi. Bu konuda da bir geri adım atması çok beklenmiyor. Çünkü özellikle Çin, Trump açısından sâdece bir dış politika meselesi değil. Aslında Çin’in iç politikaya ve iç siyâsî dinamiklere etkisi çok dramatik. Çünkü hatırlayalım: 2016’da Trump seçimleri nasıl kazanmıştı? Ülkenin endüstriyel kalbi olarak bilinen eyâletlerde çalışan mavi yakalı kesimden oy almıştı ve Amerikan siyâsetini çalışan analistler, bunu büyük bir kırılma olarak görmüştü. Çünkü genellikle Demokratların güçlü olduğu bu kesim, birden Trump’a oy vermişti. Daha sonra seçim sonuçlarını analiz edenler, bunu şöyle okudular: Fabrikaların, demir-çelik üretiminin, araba üretim fabrikalarının olduğu yerlerde gelişmiş mahalleler var. Özellikle 90'larda, Clinton’un Meksika ve Kanada’yla imzâladığı Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması’nın (NAFTA) ardından, bu fabrikaların kapatıldığını biliyoruz. Tabiî tek sebebi NAFTA değil, otomasyon gibi şeyler de var, onu da söylemek gerekiyor. Fakat NAFTA burada önemli bir rol oynadı. Buradaki fabrikalar kapandı ve Meksika’ya gittiler; dolayısıyla buradaki insanlar işini kaybetti. Trump, “Siz Çin’e serbest ticâret nedeniyle işinizi kaybediyorsunuz, fabrikalar kapanıyor. Ben bunun önünü alacağım” diye ortaya çıktığında, bu gerçekten bu kesime hoş gelen bir mesajdı ve sebeplerden biri buydu. Bu nedenle de Biden Trump’ın Çin politikasını çok değiştirmedi; ticâret konusunda Trump’tan çok daha radikal bir tutum almadı. O nedenle Çin konusunda Trump’ın, hep söylediği şekilde o şâhin politikayı devam ettirmesi bekleniyor.
Bizi ilgilendiren Ortadoğu ve Ukrayna meselesinde, Trump, “24 saatte savaşı bitireceğim” demişti. Bunu yapabilir mi diye konuşmak lâzım. Ama ondan önce, “Gelir gelmez hem Gazze’de hem Ukrayna’da savaşı bitireceğim” demesi, aslında çatışmaların bu bölgelerde tırmanmasına da sebep oldu. Herkes Trump gelinceye kadar, karşı taraftan ne koparabilirsem koparayım peşinde. O nedenle özellikle Ukrayna’da bir tırmanma söz konusu. Ortadoğu’da Türkiye'yi etkileyecek şeylerden bir tânesi, ABD’nin Irak ve Suriye’den çekilme meselesi. Irak’tan çekildiği takdirde –ki bu aslında bu yıl varılan bir anlaşmanın sonucu, Amerika ve Bağdat bir anlaşmaya vardı–, Amerika 2026 sonunda tamâmen çekilmiş olacak, o bekleniyor. Amerikan güçlerinin yerine orada NATO, bir eğitim misyonu üstlenecek. Irak’tan çekilirse, Suriye’den çekilmesinin de kaçınılmaz olması bekleniyor. Dolayısıyla Türkiye açısından baktığımızda, Amerika’nın çekildiği bir Irak ve Suriye’de, Türkiye’nin kendi manevra alanını artırma beklentisi var. Suriye’de bunun gerçekleşmesi daha muhtemel. Ama Irak’ta, Trump söz verdiği gibi İran’a maksimum baskı politikasını hayâta geçirirse, o zaman Irak, İran için çok daha önemli bir yer hâline gelecektir. Böyle bir durumda, İran’ın mümkün olduğu kadar oradaki manevra alanını genişletmek isteyeceğini varsayabiliriz. Bu durumda da Türkiye’nin Irak’ta istediği kadar elinin rahat olmayacağı anlamına gelebilir.
Fakat ben Suriye’de şöyle bir senaryoyu olası görüyorum: Diyelim ki Amerika Suriye’den çekildi; Suriye’deki Kürtler çok zor durumda kalacaklar ve böyle bir ortamda, Trump hem Türkiye ile hem rejimle hem Rusya’yla bir anlaşmaya gidebilir. Bu anlaşmaya göre, rejim güçleri, Kürtlerin kontrolündeki yerlere girebilir ve bâzı yerlerde Türkiye ve rejim işbirliği yapabilir. Bunun karşılığında Trump buradan çekilebilir. Buraların güvenliği ve IŞİD’le mücâdele konusunu da rejime devredebilir. Trump birinci döneminde, Suriye’den çekilmeyi istemişti; fakat yakınındaki isimler bunun İran’ın önünü açmak anlamına geleceğini söyleyerek, çekilmemeye iknâ etmişti. Fakat bu yeni döneminde çekilme konusundaki ivmenin daha hızlı olabileceğini düşünüyorum. Bu da Türkiye’ye alan açabilir. Bu ne zaman olur? Eğer Türkiye ile rejim masaya oturursa. Ben rejimin de geçen yıla ya da ondan önceki yıla kıyasla normalleşmeye çok daha yakın olduğunu düşünüyorum. Çünkü 7 Ekim’den bu yana başlayan süreçte, rejimin müttefikleri zayıfladı. İran zayıfladı, Hizbullah zayıfladı ve dikkat ederseniz Esad, İran-İsrail geriliminde çok taraf olmamaya çalıştı. Çünkü Esad rejimi hem askerî olarak hem ekonomik olarak çok kırılgan. Masaya şöyle bir şeyle gelebilir: İsrail’e ve Trump yönetimine, “Ben güneyde sükûneti sağlayacağım” –ki bu İsrail’in de Trump’ın da çok isteyeceği bir şey– “ve elimden geldiği kadar da İran’ın kendi topraklarımı kullanmasının önüne geçeceğim” diyebilir. Bu şartlarda böyle bir çoklu anlaşma olabilir. Eğer Türkiye de rejimle ilişkileri normalleştirirse, Türkiye için Suriye’de bir parça alan açılmış olabilir diye düşünüyorum.
Bir de son olarak şunu söyleyeyim; İran’a maksimum baskı politikası ne yöne evrilir? Trump’ın başkan olarak Beyaz Saray’a taşınır taşınmaz yapacağı ilk işlerden bir tânesi, İran’a yaptırımları artırmak olacak. Bunu çok net söyledi. İran’a yaptırımları artırmak, Türkiye açısından bence istenmeyen bir durum. Çünkü geçmişte, Obama yönetiminden bu yana İran’a uygulanan yaptırımlar, Türkiye’yi ticârî ve ekonomik, hattâ diplomatik olarak da zor bir duruma soktu. Ama o günden bu yana Türkiye çeşitli adımlar attı. Birincisi, İran’a enerji bağımlılığını azaltmak için adımlar attı, LNG (sıvılaştırılmış doğalgaz) kapasitesini genişletti. Bütün bunlar, bugün Türkiye’yi enerji açısından İran’a daha az bağımlı hâle getirdi. Fakat yine de bir enerji ve ticâret işbirliği söz konusu. Meselâ bu yılın başında Erdoğan, İranlı yetkililerle görüşmeler yapmıştı ve bu ilişkilerin sıkılaştırılacağını, çok daha yakın bir ticârî işbirliği olacağının mesajını vermişti. Tabiî bütün bunlar Trump yönetimiyle sıkıntıya girecek gibi görünüyor.

Ruşen Çakır: Gönül, çok teşekkürler. Ömer, seninle daha önce bu konuları konuştuğumuz için, bu kısmı atlayalım ve doğrudan bu haftanın en önemli gelişmesi olan Lübnan’daki ateşkes meselesine geçelim. Ortada çok ciddî sorular var. İlk soru şu: Savaş Gazze’de başladı, Gazze’de bir türlü ateşkes olmuyor. Çok uğraşıldı. Lübnan’da ateşkes oldu. Nasıl oldu, neden oldu? Bu İsrail’in geri adımı mı? Hizbullah bu kadar ağır darbeler aldıktan sonra herhalde hâlâ bir pazarlık gücü var ki bir anlaşma yapabiliyor. Ne dersin?
Ömer Taşpınar: Hizbullah’ın kuzeyde başlattığı cephede bir şekilde ateşkes îlân etmek, Amerika açısından daha kolay lokmaydı. Gazze’de, Hamas’la İsrail arasında bir ateşkes, olması için yaklaşık bir yıldan beri üzerine çalıştıkları, fakat hiçbir sonuç elde edemedikleri bir süreçti. Bunun temel nedeni de Gazze’de ateşkes îlân etmek için, Hamas’ın elindeki rehîneleri bırakmasının ve bunu bir şartı da İsrail’in elinde hapishânelerde bulunan Hamaslı ve radikal Filistinli suçluları bırakmasının gerekmesiydi. Netanyahu hükûmeti buna yanaşmadı. Netanyahu hükûmetinin, kabinesinin içindeki isimler, kesinlikle Hamas’la böyle bir anlaşmaya gidilmemesi gerektiğini söylediler. Başta rehîneler olmak üzere, Hamas boyutu çok daha çetrefilliydi. Tabiî bir de Filistin konusunda, sonraki gün ne olacak? Gazze’de tekrar bir Filistin yönetimi oluşabilecek mi, İsrail oradan çıkabilecek mi? Sonuçta olayın başladığı yer Gazze olduğu için, oraya barış getirmek çok daha zor.
Hizbullah ise Gazze’de savaş başlayınca, bir şekilde Hamas’a destek için zâten roket atmaya başlamıştı ve Hizbullah’ın ateşkes için getirdiği şart o. Ateşkes meselesi aylardan beri devam ediyordu. Amerika aslında bir şekilde o cephede de ateşkes sağlamaya çalıştı; ama Hizbullah'ın temel bir şartı vardı: “Önce Hamas’la ateşkes. Hamas’la ateşkes olmazsa ben masaya gelmem” diyordu. Zâten o yüzden tırmandı ve o tırmanış biliyorsun bugün geldiğimiz noktada, Lübnan’da, Ekim ayında başlayan İsrail’in kara harekâtında, yaklaşık 3700 ölü var. Bunların dörtte biri sivil, kadın ve çocuk. İsrail aslında bir bakıma Güney Lübnan’ı hallaç pamuğu gibi attı, Hizbullah’ı da büyük oranda zayıflattı ve operasyonel amaçlarının bir kısmına ulaştı. Bugün Lübnan’da 5 milyonluk nüfûsun 1 milyonu yerinden edilmiş durumda. Güney Lübnan ve Beyrut’un güney banliyösü dağılmış durumda. Her ne kadar Gazze kadar yerle bir olmasa da Beyrut’un önemli bir kısmını teşkil eden güney banliyöleri yaşanamayacak durumda. Yani Hizbullah açısından baktığımızda, çok büyük bir başarı yok ortada. 2006 yılındaki ateşkes şartlarına döndük. Bugün aynı şartlar var masada. Fransa ve Amerika garantör. Hizbullah Litani Nehri’nin kuzeyine çekilecek ve İsrail, “Eğer roket yanmaya devam ederse, ateşkes kurallarını uygulamam, tekrar girerim ve tekrar saldırırım” diye diretmiş. Bu da bir bakıma ateşkesin bir unsuru şu anda; bu madde sâyesinde ateşkese ulaşıldı. Çünkü İsrail, “Ben tekrar silâha başvurma hakkımı elimde tutuyorum” diyerek masaya geldi. Litani Nehri’nin güneyindeki bölgede Birleşmiş Milletler ve Lübnan askerî gücü, Lübnan ordusu oluşacak. Yani üç aşağı beş yukarı savaş öncesiyle aynı şartlar oluşmuş durumda.
Fakat Netanyahu’nun ettiği bir iki söz var. Bunu kabinesine sunarken, bu ateşkese 10 kişi “Evet” demiş, bir kişi “Hayır” demiş. Sonuçta içeride bir tartışma olduğu belli ve Netanyahu, “Buna neden ‘Evet’ dedik” diye anlatırken ilginç bir şey söylüyor: “Şu anda Hamas’la mücâdeleye odaklanmamız gerek. Çünkü elimize gelen cephânenin gelme süresi çok yavaşladı ve elimizdeki cephâne azalıyor” dedi. Bu konu Amerikan basınında da çok dikkate alınmadı. Ama bu şunu gösteriyor: Biden yönetimi, seçim dönemi olduğu için bu konuyu kendisi dile getiremedi, ama hep bahsettiğimiz gibi, mühimmat gelmesini yavaşlatmışa benziyor. Bu da İsrail’de bir öncelik meselesi yaratıyor. İsrail neye öncelik vermeli? İsrail için Hamas boyutu mu daha önemli, yoksa 60-70 bin kişinin yerinden olduğu kuzeydeki Lübnan cephesi mi? Önceliği hâlâ Gazze’de ve Gazze’nin kuzeyinde Hamas’la devam eden savaş — ki aslında bu çok ilginç bir durum; demek ki Hamas’ın hâlâ operasyon olarak bir gücü var ki İsrail bu savaşı bitiremiyor. Yani operasyonel olarak Hamas hâlâ orada ki, İsrail “Buna öncelik vermemiz gerekiyor” diyor. Başka bir yoruma göre de orayı bitirmek istemiyor. Zâten orayı bitirirse zafer îlân etmek zorunda; sonraki gün tartışmaları başlamak zorunda. Ama benim açımdan önemli olan, Amerika’nın bunu telaffuz edememesi. “Biz silâh vermeyi yavaşlattık” diyemiyor, ama fiilen bunu yapmış durumda. Bunu yapmasının bir nedeni de İsrail’in Kuzey Gazze’ye insânî yardımı kısıtlamış olması. Bununla ilgili basında çıkmış olan gayet sert tartışmalar ortaya geldi. Zâten Amerika İsrail’e, “Sana insânî yardımın girmesi için bir ay süre veriyorum” diyerek ültimatom verdi. İsrail şimdi belirli açılardan buna izin veriyor. Ama hâlâ orada sorunlar devam ediyor. Kuzey Gazze’deki halk açlık sınırında şu anda. Orada da bir kısmı güneye inmiş olmasına rağmen yaklaşık 400 bin kişilik bir nüfus var.
Toparlamak gerekirse, bugün geldiğimiz noktada, İsrail Hizbullah’a ağır bir darbe indirdi diyebiliriz. Hizbullah şu anda neden ateşkese yanaştı? Bence İran’la da konuştu, İran da ateşkese “Evet” demesini telkin etti. Çünkü İran da yavaş yavaş Trump dönemine ve Trump’la masaya gelme aşamasına hazırlanıyor. Burada İran’ın da Amerika’yla, arka kanallardan temas içinde olduğunu hatırlatalım. Hizbullah’ın verdiği hiçbir karar Tahran’dan bağımsız değildir. Hele şu anda Hasan Nasrallah’ın elimine olduğu bir Hizbullah’ta, kararların daha çok Tahran’dan; Kudüs Güçleri, Devrim Muhâfızları ve Hamaney tarafından verildiği ortada. Bana göre Hizbullah da, şu anda bu kadar yapabileceğinin farkına vardı, ciddî bir darbe aldı ama yıkılmadı. Şu anda tekrar 2006 dinamiklerine dönmüş durumdayız.

Ruşen Çakır: Burada bir de tabiî şöyle bir ilginçlik var — tam Ömer’in alanıydı ama Ömer’e sormayı unuttum. Fransa’nın târihsel olarak Lübnan’la bir ilişkisi olduğu için işin içerisine Fransa dâhil oldu. Onun önemli bir etkisi olmuş mudur, açıkçası çok emin değilim. Ne dersin Gönül?
Gönül Tol: Ondan önce şunu söyleyeyim. Ben şöyle düşünüyorum: Aslında Netanyahu açısından bu ateşkese evet demek çok mantıklı bir şey. Çünkü açıklamayı yaparken, Ömer’in söylediği gibi, koalisyon ortakları arasında tam bir mutâbakat yoktu, buna “Hayır” diyenler oldu. Özellikle koalisyonunun radikal sağ kanadı ateşkesi istemedi. Netanyahu, “Evet, elimizde mühimmat bitiyor ve Hamas’a odaklanmamız gerekiyor” dedi, bu bir. İkincisi “Amerika bizi silâh ambargosuyla tehdit etti” dedi. Biden yönetimi bunu yalanladı bu arada; ama Netanyahu, “Biden yönetimi bize dedi ki: ‘Ya bu anlaşma hemen imzâlanır ya da ben Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki veto gücümü kullanmayacağım ve İsrail’e bir silâh ambargosu gelecek’ dedi”. Netanyahu açık ateşkes karârını halkla paylaşırken, bunu söyleyerek birkaç şey yapmaya çalışıyor bence. Birincisi, dediğim gibi, ateşkesi istemeyen koalisyon ortaklarına “Benim başka bir alternatifim yoktu. Biden yönetimi beni köşeye sıkıştırdı” demek istiyor. İkincisi de, Ömer’in söylediği gibi, aslında Hizbullah’ı büyük ölçüde zayıflattı. Aslında İsrail zâten bir süredir Lübnan’dan çekilmenin yollarını arıyordu; çünkü orada misyonunu askerî olarak büyük ölçüde tamamladı.
Bir de Netanyahu kendisini Trump yönetimine hazırlıyor. Trump, “Ocak sonuna kadar Gazze’deki savaş bitecek” demişti. Şimdi bu ateşkese “Evet” diyerek hazırlıyor. Ateşkesin maddelerine bakalım: 2006 yılındaki Ateşkes Anlaşması’nın maddeleri neydi? Ömer'in anlattığı gibi, “Mavi Hat” denen yer, İsrail ve Lübnan sınırı. Hizbullah, onun kuzeyindeki Litani Nehri’nin kuzeyine çekilecek ve o arada kalan bölgeye Lübnan Ordusu ve Birleşmiş Milletler Barış Gücü gelecek. Bu silâhsızlandırılmış bir yer olacak ve bunu Amerika ve Fransa denetleyecek. Fakat Netanyahu, “Önce Hizbullah çekilsin, İsrail de 2 aylık bir süre içerisinde, aşamalı olarak çekilecek” dedi. Fakat İsrail, “Benim yine de Hizbullah’a misilleme yapma hakkım saklı. Eğer burada ihlâller söz konusu olursa, ben yeniden saldırabilirim” dedi. Anlaşmaya göre bu hakkı var.
Bu resim bize neyi söylüyor? 2006 yılında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1701 sayılı bir karârı vardı, bunun aynısı uygulanıyor. Fakat 2006 yılındaki bu karâra baktığımızda, aslında o dönemde, 2006’da imzâlanan anlaşmanın ardından ne Hizbullah ne Lübnan bütünüyle bu karâra uydu ve Barış Gücü de büyük ölçüde etkisiz kaldı. Dolayısıyla bence Netanyahu şunu ümit ediyor: Bir taraftan Trump yönetimine, “Bak ben ateşkesi imzâladım, ama burada çok açık ihlâller olabilir” diyor. Ya da bu anlaşmaya rağmen, İsrail, ihlâller olduğunu savunarak Hizbullah’ı vurmaya devam edebilir. O zaman da Trump yönetimine gelip, “Bak biz bir ateşkes imzâladık, benim bununla bir problemim yok, fakat Hizbullah ihlâl etti” diyecek. Trump’a, “Sen ‘hemen savaşı bitir’ diyorsun ama, bak işte böyle bir anlaşmayı imzâladığımız zaman karşı taraf ihlâl ediyor” diyecek. Böylece “Hemen Gazze’de savaşı bitir” talebine karşı, Netanyahu’nun eli güçlenmiş olacak. Ayrıca “Hamas bize saldırmaya devam ediyor” diyerek de bunun yolunu yapıyor.
Aslında Netanyahu’nun istediği şey, Lübnan’dan çekilip hakîkaten Hamas’a odaklanmaktı, ama bunu koalisyon ortaklarına satamayacağından endîşe ediyordu. Bence Trump’tan da korkuyordu. Çünkü Trump, “Hemen savaşı bitir” diyor; bu, Netanyahu’nun istediği bir şey değil. Aslında bunun yolunu açmaya çalışıyor. O nedenle ben çok akıllıca bir strateji olduğunu düşünüyorum. Hizbullah’ın neden buna “Evet” dediğini Ömer çok güzel açıkladı. İran, Trump seçildiğinden bu yana, “Biz tansiyonu düşürmek istiyoruz, masaya gelmeye hazırız”ın sinyalini veriyor zâten. Dolayısıyla onlar da Trump’a hazırlanmış oluyor. Trump geldiğinde onlar da “İsrail ihlâl etti” diyebilecek. Netanyahu açısından da Hizbullah açısından da akıllıca bir strateji. Bakalım ilk ihlâli kim yapacak? Karşı tarafın ihlâl ettiğini söyleyip ateşkesi kim ihlâl edecek?
Ömer Taşpınar: Bir de Biden açısından da giderayak küçük bir başarı. “Topal ördek Biden” dün kameralar karşısına geçti ve bunu büyük bir başarı olarak anlattı ve Türkiye’yi ilgilendiren bir şey söyledi: “Hamas ve İsrail arasındaki ateşkes çabalarımız da devam ediyor. Bize yardımcı olacak ülkeler arasında Katar, Mısır ve Türkiye de var” dedi. İlk defa Türkiye’nin adını kullandı. Bu da gösteriyor ki, son dönemde Hamas’ın Türkiye’deki varlığı, Katar’dan çıkmış olması, burada tartışılan bir konu, yani burada radarda. Zâten biliyorsun, İsrail iç istihbârâtı Şin Bet’ten birisi gelip İbrahim Kalın’la MİT’te görüştü. Demek ki Türkiye de bu arabuluculuk ve rehînelerin bir şekilde salınması konusunda devrede. En azından bir yerinden tutuyor bunu.
İkincisi, Biden “Suudî Arabistan’la İsrail arasındaki normalleşme çabalarımız da devam ediyor, bizim bu konuda hâlâ bir ümidimiz var” dedi — ki bu aslında çok ironik ve tiye alındı burada. Bu mesele en büyük mesele ve eğer orada bir sonuç îlân edilecekse, bu, ancak ve ancak, Filistin konusunda bir diplomatik koridora girilirse olacak ve Amerika, Suudî Arabistan’la bir güvenlik anlaşması imzâlayacak. Onun Senato’dan geçmesi gerekiyor. Trump göreve gelene kadar önümüzde bir 40-45 gün kaldı. “Orada bir ivme olur mu?” diye soranlar oldu; ama bu konuda bir şey olması bir mûcize olur. Suudî Arabistan’la İsrail arasında bir normalleşmeyi, Trump Biden’a yedirtmez. Tabiî ki kendi döneminde olmasını isteyecek. Fakat şu anda şartlar yavaş yavaş Ortadoğu’da ve birazdan konuşacağımız Ukrayna’da da bir ateşkes ve sonrasında barış için olgunlaşıyor gibi. Biden’ın son dönemine gelindiği anda, herkes Trump’a hazırlanıyor. “Yeni bir sınıf başkanı geldi, bu sınıf başkanı çok sert birisi. Aman, onun şiddetine mâruz kalmayalım” diye herkes bir şeyler yapma derdinde. O nedenle de bunun meyvelerini sonuçta Trump yiyecek gibi gözüküyor.
Gönül Tol: Hamas konusunda bir şey söyleyeceğim, bu çok konuşuldu. “Hamas Katar’dan çıktı ve Türkiye’ye geldi” deniyor. Bu bana çok garip geliyor. Birincisi, bir kere Katarlılar bunu reddediyorlar; böyle resmî bir transfer yok. Hamas’ın genel merkezi Türkiye’ye taşınmış filan değil. Ben bunu aslında Netanyahu’nun Türkiye’ye karşı kullanabileceği bir kart olarak görüyorum ve Türkiye de aslında çok riskli bir strateji içerisinde. Neden riskli? Eğer Türkiye, gerçekten Hamas üzerindeki yıllar öncesine oranla çok daha kısıtlı etkisini kullanarak, bu rehîne takasında rol oynarsa, diplomatik olarak bu, Türkiye’nin başarı hânesine yazılacak. Ama bunun olmama ihtimâli de var ve olmadığı zaman İsrail bu söylemi kullanacak. Tam Trump gibi bu kadar İsrail yanlısı bir başkan başkanlık koltuğuna oturmuşken, İsrail, “Bak Hamas’ın Genel Merkezi Türkiye’ye taşındı” diyecek ve bu, Türkiye’yi daha izole edecek. Netanyahu açısından da bu yine çok akıllıca bir strateji ve bunu büyük oranda İsrailli yetkililer söyledi. “Hamas Türkiye’ye taşınıyor” dediler.
Halbuki şöyle bir durum var: Aslında Amerikan Hazîne Bakanlığı’nın yaptırım uyguladığı üç-beş Hamas üyesi isim vardı. Bu isimler, Hamas’ın içerisinde, Hamas’ın askerî kanadında çok önemli rol oynayan isimler ve bu insanlar Türkiye’de. Ama hatırlarsan, 2011’de İsrailli bir asker (Gilad Şalit) rehin alınmıştı ve Hamas’la bir değiş-tokuş yapılmıştı. Gilad Şahin karşılığında, İsrail hapishânelerinde bulunan 400’ün üzerinde Hamas üyesi salıverilmişti. Amerikan Hazîne Bakanlığı’nın yaptırım getirdiği isimler içerisinde, o takasın sonucunda Türkiye’ye gönderilmiş isimler var. O isimleri İsrail gönderdi Türkiye’ye. İsrailli yetkililere soruyorsunuz; bizim kurumda İsrail programının düzenlediği bir toplantı vardı, orada İsrailli yetkililere, “2011’de bu kadar azılı isimleri neden Türkiye’ye gönderdiniz?” diye soruldu. Çünkü bâzıları Batı Şeria’ya gönderiliyor. Salıverilen Hamas üyelerinin nereye gönderileceğini İsrail belirliyor. “Neden Türkiye’ye gönderdiniz?” diye sorulduğunda “Çünkü bunlar bizim için en büyük sorunu oluşturacak tehlikeli insanlar. Mümkün olduğu kadar bizden uzakta olmasını istedik, o nedenle Türkiye’yi seçtik” diyorlar.
Ömer Taşpınar: Tabiî Türkiye’den çıkıp hemen Batı Şeria’ya geliyorlar.
Gönül Tol: Ama tabiî burada aslında Türkiye’nin tuzağa çekilme durumu da söz konusu. Dolayısıyla, bugün Amerikan Hazîne Bakanlığı’nın Türkiye’de olduğu için yaptırım uyguladığı insanlar, aslında İsrail’in oraya gönderdiği insanlar. O yüzden de muhtemelen Ankara’daki yetkililerin, “Bunları buraya siz gönderdiniz. Hamas’ın liderlerinin Türkiye’ye yerleştiği, genel merkezinin burada olduğu nereden çıkıyor?” diye muhtemelen kafaları karışıyor. Haklılar da. O yüzden, eğer bir anlaşma sağlarsa Türkiye, gerçekten Türkiye’nin başarı hânesine yazılır. Ama sağlayamazsa, o zaman Trump’ın ardından, İsrail Türkiye’yi Washington nezdinde izole etmek için Hamas’ı bir kart olarak kullanmaya devam edecek.

Ruşen Çakır: Burada bir not düşeyim, görmüş olabilirsiniz ama izleyicilerimize de hatırlatalım: Birleşik Arap Emirlikleri’nde öldürülen genç bir haham var biliyorsunuz. Özbekistan vatandaşı olan katil zanlıları Türkiye’de yakalanıp iâde edildi. Aslında bu çok alenî bir şekilde yapılmamış, ama bir şekilde medyaya yansıdı ve doğrulandı. Normalde “Türkiye’de rahat ederiz’” diye kaçmışlar herhalde, ama İstihbârat ve Emniyet birimlerinin ortak operasyonuyla yakalanıp Birleşik Arap Emirlikleri’ne iâde edilmişler. İlk başta Dubai’de yakalandılar diye verildi haber, ama İstanbul’da yakalanmışlar.
Ömer, biraz önce Macron diye Gönül’e topu attım, ama o pası almadı. Sana bir De Gaulle (okunuşu gol) atma imkânı verir. Ne dersin, Macron Lübnan’da kendini kanıtladı mı?
Ömer Taşpınar: “Macron bir ‘De Gaulle’ değil” diyerek başlayayım. Macron, De Gaullle’un büyük ayakkabılarını doldurma yeteneğine sâhip değil. Burada Türkçede olmayan, İngilizce bir terimi kullandım. Fransız basınına baktığımda, “Fransa neden Lübnan’da daha aktif olarak devreye girmiyor?” tartışması çok yoğundu. Gazze’dekine oranla çok daha yoğun bir Lübnanlı nüfus var. Tabiî ki Fransa’nın Arap nüfûsu yüksek, ama bu Arapların çoğu Cezayirli, Tunuslu. Burada bir Filistin sempatisi var, ama Lübnan dediğimizde, Fransa'’nın ciddî bir entelijansiyası devreye giriyor. Amin Maalouf’tan tut, Fransa’da kalburüstü bir sürü yazar ve entelektüele kadar, bunlar Lübnanlı, daha çok Katolikler. Târihsel olarak da Fransa'nın rolü ortada. Fransa’nın stratejik amacı, Lübnan Ordusu’nun güçlendirilmesi. Lübnan’ı ziyâret eden herkes, aslında sıradan Lübnan vatandaşlarının hepsi –ki bunlar Hizbullah’a çok sempati duymayanlar; Sünnî, seküler Şiî, Mârûnî veya Arap Ortodoks– Lübnan Ordusu’ndan üniformalı birini gördüklerinde neredeyse sarılıp öpüyorlar. Bir kere, Lübnan Ordusu’nun mensupları o kadar güçlü değiller, az da gözüküyorlar. Onlara büyük bir vatansever duyguyla sarılıyorlar.
Fransa’nın amacı da bu zayıflamış Lübnan Ordusu’nu güçlendirmek, Lübnan Ordusu’nu eğitmek, Lübnan Ordusu’na mühimmat sağlamak, onların bir disiplin içine girmesini sağlamak. Bu konuda Macron konuşmalar yaptı: “Bizim amacımız Lübnan’da devlet içinde devlet hâline gelmiş Hizbullah’ın değil, asıl Lübnan’ın meşrû ordusunun güçlendirilmesi. Dışişleri bakanımı oraya yolluyorum” dedi. Şu anda Fransa’da çok genç bir kabine var. İki dışişleri bakanı var. Bunlardan birisi Avrupa’dan sorumlu Benjamin Haddad, 38 yaşında. Burada Washington’dan tanıdığımız birisi. Bunlar tecrübeli olmamasına rağmen, Fransa’nın târihî kolonyal ağırlığı nedeniyle, tabiî ki bu diplomasi meselesinde Birleşmiş Milletler’de devrede ve garantör ülkelerden bir tânesi. Fakat eğer tekrar ateşkesi ihlâl edici bir durum başlarsa, gözler Amerika’da olacak. Fransa’nın oraya asker yollama gibi bir lüksü yok, ama diplomatik olarak devrede diyebiliriz.
Gönül Tol: Fransa bu ateşkes anlaşmasında şöyle bir rol oynadı: Netanyahu’yu motive edici faktörlerden birisi de Uluslararası Cezâ Mahkemesi’nin Netanyahu hakkında çıkardığı yakalama karârı. Pek çok Avrupa Birliği ülkesi bu karâra uyacağını söyledi. Fransa, Netanyahu’ya bir muafiyet getirdi ve o da anlaşmaya eklenmiş oldu. Yani bir anlamda bir havuç tutmuş oldu Netanyahu’ya.
Ömer Taşpınar: Emekli olunca Netanyahu Nice’e taşınabilir. Fransa’ya gelmek çok istiyordu ya.

Ruşen Çakır: Bir izleyicimiz “Macron De Gaulle’un tırnağı olamaz” demiş, ki haklı galiba. Son bölümde Ukrayna-Rusya meselesini konuşalım. “Ukrayna” derken hep dikkat etmeye çalışıyorum, çünkü izleyiciler dalga geçiyor.
Ömer Taşpınar: Ruşen, sen de şunun adını bir türlü söyleyemedin.

Ruşen Çakır: Ben zâten genellikle “Kiev-Moskova Savaşı” diyorum. O “mâlûm ülke”yle Rusya arasındaki savaşta ne durumdayız, onu konuşalım. Gönül, seninle başlayalım. Ömer’le daha önce biraz konuşmuştuk bunu diye hatırlıyorum. Sonra Ömer’le de noktayı koyalım. Biden’ın, giderayak verdiği izin ne kadar etkili oldu? Nükleer tehdîdini savaş başladığından beri konuşuyoruz, bu sefer hakîkaten olabilir mi? Şu aşamada günler biraz sâkin geçiyor gibi, ama emin değilim aslında.
Gönül Tol: Aslında çok da sâkin geçmiyor; Ağustos’tan beri çok kızışmış durumda. Biliyorsun, Ağustos’ta Ukrayna çok radikal bir adım attı ve Rusya’nın Kursk bölgesine girdi. Bu, Rusya açısından çok travmatik bir durum. Çünkü İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Rusya’nın ilk kez karşılaştığı bir durum ve Ukrayna açısından da çok cesur bir adımdı. O günden bu yana şiddet sarmalında ciddî bir hızlanma görüyoruz. Senin söylediğin gibi, Amerika bu Amerikan yapımı uzun menzilli füzelerle Rusya’nın içine saldırması konusunda Ukrayna’ya izin verdi. Ukrayna uzun zamandır bunu istiyordu, Biden şimdi izin verdi. Askerî uzmanlar, bu füzelerin artık bu saatten sonra savaşın dengesini değiştirebilecek bir pozisyonda olmadığını söylüyorlar. Rusya da Ukrayna’nın doğusunda çok ciddî toprak aldı. O yüzden savaşta bir ivme söz konusu ve bu anlaşılır da bir şey. Çünkü Trump gelinceye kadar, her iki taraf da mümkün olduğu kadar fiilî bir durum yaratmak istiyor. Çünkü dediğim gibi, Trump geldiğinde, “Bir günde bitireceğim” demişti.
Bence asıl şunu konuşmak lâzım: Trump gelinceye kadar bunun kızışmasını beklemek çok doğal ve anlamlı. Nükleer silâhlar gündeme geldi. Hattâ bugün bunu Twitter’da da yazdım. Birkaç gün önce New York Times’ta bir haber çıktı ve bu haber bir şekilde arada kaynadı. O haberde, bir cümleyle, “Biden Putin’in nükleer meselesini gündeme getirmesinden, nükleer tehditten çok endîşeli ve Ukrayna’nın caydırıcılık gücünü artırabilmek için Biden Ukrayna’ya nükleer silâhların yeniden transferini düşünüyor” diyor. “Yeniden transfer”in ne demek olduğu çok anlaşılır bir şey değil. Çünkü Ukrayna ile 1994 yılında bir anlaşma yapılmıştı ve Ukrayna, elindeki Sovyetler döneminden kalan nükleer silâhları Rusya’ya teslim etmişti. Biden Ukrayna’ya kimin hangi nükleer silâhlarını verecek, kendi nükleer silâhlarını mı verecek? Eğer Amerika caydırıcılık olsun diye kendi nükleer silâhlarını Ukrayna’ya verirse, bu çok çok dramatik bir adım olur. New York Times’taki haberden böyle anlaşılıyor. Hattâ hatırlarsan, Hakan Fidan birkaç gün evvel, “Bir nükleer savaş tehdîdi var” demişti. Biliyorsun, Türkiye’de İncirlik’te konuşlanmış 50 tâne Amerikan nükleer silâhı var. Avrupa’da da Almanya ve İtalya gibi ülkelerde konuşlanan 100 tâne var. “Acaba bu mu gündeme geldi? Bu mu Hakan Fidan’ı böyle bir açıklama yapmaya itti?” diye düşündüm. Velhâsıl, Ukrayna-Rusya Savaşı’nda bir kızışma söz konusu.
Peki Trump ne yapacak? Taraflar buna ne yanıt verecek? Trump, savaşı bitirme konusunda her iki tarafı da uyardı. Bence hem Rusya hem Ukrayna bu savaşı bitirebilir. Putin açısından, bugüne kadar aldığı Ukrayna topraklarını elinde tutmak ve Ukrayna’nın nötr kalması, NATO’ya girmemesi kaydıyla, bu savaşı bitirip zafer îlan edebilir. Zâten Rus Ordusu çok zorlanıyor. Kuzey Kore’den binlerce asker geldi, şimdi Yemen’deki Husileri paralı asker olarak getirmeye çalışıyor. Dolayısıyla Putin bu savaşı bitirebilir.
Zelensky de hep, “Ben Ukrayna’nın tamâmını ele geçireceğim, benim için barış bu demek. Ateşkes, bu olmadan olmaz” diyordu. Şimdi ondan geri adım attı ve bugün geldiği noktada, hele de Trump’ın Amerikan Başkanı olduğu bir dönemde, Zelensky için artık, “Ben Ukrayna’nın tamâmını yeniden ele geçireceğim” demek gerçekçi değil. Bence Zelensky de Rusya’nın aldığı topraklar için, “Tamam, onda kalsın, ama en azından bana güvenlik garantisi verilsin” der. Bir ateşkesin olup olmayacağının düğümlendiği asıl mesele bu. Putin, Ukrayna’ya NATO üyeliği verilmesini istemiyor. Ukrayna ise “NATO üyeliği yoksa bana bir garanti verilsin” diyor. Ukrayna bu konuda çok haklı. Çünkü 90’lı yıllarda Ukrayna nükleer silâhlarından vazgeçerken, Batı ona güvenlik garantisi vermişti ve demişti ki: “Tamam, nükleer silâhlarını Rusya’ya göndereceksin; fakat herhangi bir sorunla karşılaştığında biz seni koruyacağız.” Ama Batı sözünü tutamadı. O nedenle Zelensky 1994 yılındaki anlaşmadan çok daha bağlayıcılığı olan bir anlaşma talep ediyor. Bence Zelensky, hele de Trump’ın olduğu bir dönemde, NATO üyeliğinin söz konusu olmayacağını anlıyordur. Fakat NATO üyeliğinden daha az bağlayıcı olan, yine de Ukrayna’ya kendini güvende hissettirecek nasıl bir anlaşma söz konusu olabilir onu düşünmek lazım.

Ruşen Çakır: Ömer, sen ne dersin? Nasıl gelişebilir? Ne olabilir? Trump kucağında nasıl bir sorun bulacak?
Ömer Taşpınar: Ateşkesin îlân edilmesi için literatüre baktığımızda, iki tarafın da artık daha fazla kazanç sağlayamayacağı, iki tarafın da neredeyse aynı derecede masaya gelme isteği içinde olduğu bir ortam gerekiyor. Buna “çatışmanın olgunlaşması” deniyor. Masada şu anda böyle bir durum yok. Rusya ivmeyi kendi yönünde hissediyor. Rusya’nın daha güçlü, daha kalabalık bir ordusu var ve saldırma gücü çok daha fazla. Avrupa ve Amerika’da şu anda bir Ukrayna yorgunluğu var. Yeni bir başkan seçildi ve ivme Ukrayna’nın aleyhine gelişti. Dolayısıyla, şu aşamada masaya gelmek istemeyecek isim daha çok Putin’dir. Putin, sâhada bâzı kazanımlar elde ettikten sonra masaya gelmek isteyecektir ve Biden bunun farkında olduğu için, Putin’in toprak alma hızını yavaşlatmak üzere, nihâyet aylar sonra, geçtiğimiz haftalarda, Ukrayna’ya uzun menzilde Amerikan füzelerinin kullanılması konusunda izin verdi. Aynı zamanda mayınların kullanılmasına da izin verdi. Bunu yaparken de, “Rusya savaşı kazanıyor, bunu yapmamız gerekiyor” demedi. Bana göre çok inandırıcı olmayan, “Kuzey Kore’den Ukrayna’ya 10 bin asker geldi” dedi. O askerlerin özel tim olduğu söyleniyor; ama benim okuduğum yazılarda, bu askerlerin çok da etkili olmadığını, vakitlerinin bir bölümünü de porno film seyrederek geçirdiklerini okuyorum. Çünkü Kuzey Kore’de internete erişim olmadığı için hayatlarında ilk kez serbest bir şekilde internete erişebiliyorlar. Amerikalılar da konuyla dalga geçiyorlar. Dolayısıyla, 10 bin Kuzey Korelinin gelmiş olması, savaştaki güç dengesini değiştirecek bir şey değil. Ama aslında Biden panik hâlinde, Trump gelmeden Ukrayna’yı güçlendirmek için ne yapabiliriz?” tartışmaları içinde. Zannediyorum, New York Times’a da Gönül’ün bahsettiği, “Ukrayna’ya nükleer silâh vermeyi bile düşünebiliriz” haberini sızdırdılar. Buna karşı da Kremlin Basın Sözcüsü Peskov, Reuters’a, “Biz bunu savaş îlânı olarak kabul ederiz” dedi ve hemen o blöfü gördü.
Bence ateşkes îlânı, Biden Putin’e sert çıktığında, “Bu savaşı bitirmen gerekiyor, yoksa ben gerçekten Ukrayna’ya yardım etmeye, bu uzun menzilli füzelerin kullanılması konusunda devam ederim” derse, belki Putin’i masaya çekebilir. Ama Putin’in masaya gelme ihtimâli, ancak ve ancak masadan güçlü kalkacağına inanırsa olur. Bir kere Kırım’ı kesinlikle aldı, Kırım’ın kaybı diye bir şey söz konusu değil. Mesele, Doğu Ukrayna’da ne kadar toprağı elinde tutacağı. Onu maksimalist bir şekilde masaya getirecek. Zâten Ukrayna’nın da Kursk bölgesine girmesinin nedeni, doğuda kaybedeceği topraklardan bir kısmını isteyebilmek içindi. “Biz Kursk’tan çıkarsak, sen de Donbass’ın şu bölgelerinden çık” diyecek meselâ. Bu bir süreç olacak ve bence, Trump geldiği gün ateşkes îlân edilmesi için baskı yapacak. Ateşkesi elde edebilecek, ama ateşkes îlân edildikten sonra, masaya gelinip harita üzerinde anlaşmaları gerekecek ve tabiî ki bu bir süreç olacak. Diyelim harita üzerinde anlaştılar. Ukrayna’nın harita üzerinde sonraki statüsü ne olacak? NATO’ya üyeliği söz konusu olursa, Putin masaya bile gelmez. Gelse de masadan kalkar ve ateşkes işi de biter. O yüzden NATO üyeliği olmayacak. Ama Gönül’ün söylediği gibi, garantör devletler devreye girecek. Türkiye belki bunlardan birisi olmaya çalışabilir. Fransa kesin masada olur. Asıl tabiî Amerika ve Rusya olacak. Garantör devletler bir şekilde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi çerçevesinde bir anlaşmaya gidecekler.
Bana göre ateşkes işin nispeten kolay tarafı. Ama Ukrayna’nın barışa ve istikrarlı haritaya ve konuma kavuşması daha zor. Hatırlarsan, 2014’te biz bu filmi görmüştük. Ruslar girdiler, Kırım’ı aldılar. Doğuda da bir sürü bölge aldılar ve Minsk Barış Süreci denen bir süreç başladı. Bu süreç 2022’ye kadar devam etti ve bir şey elde edilemedi. Bence de burada şimdi bir ateşkes îlân edilebilir. Bu sefer yine bir barış süreci başlar, Minsk veya Budapeşte’de bir yerde masaya otururlar. Türkiye burada kendisi de devreye girmek ister. Erdoğan “Barış süreci bizde olsun, masaya İstanbul’da otursunlar” diye arabuluculuğa soyunmaya çalışabilir. Fakat bu uzun bir süreç olacak. Çünkü Putin istediklerini elde edemezse, tekrar güçlenerek, 2030’da bu sefer Kiev’i bile alabileceği bir projeye hazırlanıyor olabilir. 2014’ten sonra, 2022’de geldiğimiz durum buydu. 2025’te başlayacak bir ateşkes ve barış süreci, 2030’da tekrar bir savaşla sonuçlanmayacaksa, istikrarlı bir çözüm bulmak gerekecek. Bu da, bana göre Trump’ın sabrını ve stratejik vizyonunu çok aşan bir şey. Burada Avrupa’yı gerçekten zor bir dönem bekliyor.
Rusya açısından baktığımızda, Ukrayna’yı alamamış olması, Rusya gibi bir süper gücün Ukrayna’da bir kukla rejim oluşturamamış olması, bu savaşa bu kadar hazırlanıp 200 bin askeriyle girip o ilk hafta içinde bu işi bitirememiş olması, aslında Putin açısından bir hezîmet olarak târihe geçebilir. Bunun târihe öyle geçmemesi için, “Biz Ukrayna’nın yarısını aldık, Kırım’ı da aldık ve Ukrayna’yı da NATO üyesi yapmaktan vazgeçirdik” diye târihe yazması için elinden geleni yapacak.

Ruşen Çakır: Evet arkadaşlar, çok sağ olun. Bayağı yoğun bir yayın oldu. Gönül Tol’a ve Ömer Taşpınar’a çok teşekkürler. İzleyicilerimize de teşekkürler. Haftaya buluşmak üzere, iyi günler.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
08.12.2024 Hamas, Hizbullah ve Esad: İran’ın “Direniş Ekseni” tarihe karışırken
04.12.2024 Murat Özçelik ile söyleşi: Türkiye Suriye’de ne yapabilir? Ne yapmalı?
02.12.2024 Eski PKK yöneticisi Nizamettin Taş: "PKK’nin Öcalan’a bağlılığı özde değil, ağırlıklı olarak sözdedir”
01.12.2024 RTÜK İslam dinini kurtarabilir mi?
27.11.2024 Transatlantik: Lübnan’da ateşkes - Ukrayna savaşında son durum - Trump gün sayıyor
24.11.2024 Kürt realitesi, Kürt sorunu realitesi, Kürt siyasi hareketi realitesi
22.11.2024 Ateş İlyas Başsoy ile söyleşi: İmamoğlu, Yavaş, Özel: CHP’de işler nasıl gidiyor?
20.11.2024 Transatlantik: Hamas Türkiye’ye mi geliyor? Rusya-Ukrayna savaşında kritik dönemeç - Trump’ın ekibindeki isimler
19.11.2024 Nihayet birilerinin beklediği ve umduğu gibi Devlet Bahçeli geri adım mı attı?
18.11.2024 Mehmet Altan ile Türkiye’nin gidişâtı (3): Muhâlif belediyelere kayyumlar, soruşturmalar ve para cezâları
08.12.2024 Hamas, Hizbullah ve Esad: İran’ın “Direniş Ekseni” tarihe karışırken
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı