Devlet Fethullahçılarla da barışır mı? Gökhan Bacık ile söyleşi

25.05.2025 medyascope.tv

25 Mayıs 2025’te medyascope.tv'de yaptığımız söyleşiyi yayına Tania Taşçıoğlu Baykal hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler, iyi pazarlar. Önümüzde önemli bir soru var: Devlet, PKK ile başlattığı çözüm sürecinin bir benzerini Fethullahçı hareketiyle yapmalı mı, yapabilir mi, nasıl yapabilir? Bunları siyaset bilimci Prof. Gökhan Bacık'la konuşacağız. Gökhan merhaba.
Gökhan Bacık: Merhaba, günaydın.

Ruşen Çakır: Sen dün akşam Medyascope’ta çok çarpıcı bir yazı https://medyascope.tv/2025/05/24/gokhan-bacik-yazdi-devlet-cemaat-siyasi-cozum-bir-yol-haritasi-onerisi/ yazdın. Fethullahçı hareketle, devlet arasında bir çözüm süreci olması gerektiğini ve nasıl olabileceği üzerine önerilerini söylüyorsun. Ben de tam da bu konuda senin yazından ilhamla bir yazı https://medyascope.tv/2025/05/25/fethullahcilarla-barisma-mumkun-mu-rusen-cakir-yazdi/ kaleme aldım. Sen ‘’cemaat’’ olarak bahsetmişsin, ben ‘’Fethullahçılık’’ tâbirini kullanıyorum ama istediğimiz gibi konuşabiliriz. Bu arada bilmeyenler için hatırlatalım, sen o hareketin içerisinde yetişmiş, büyümüş ve belli bir anda oradan açık bir şekilde kopmuş ve çok açık bir şekilde eleştiri yapan birisin. Ben hareketin dışından, belki seninle aynı zaman dilimi içerisinde, yaklaşık 40 yıldır hareketi dışarıdan anlamaya, anlatmaya çalışan birisiyim. Hakikaten böyle bir ihtiyaç var mı?
Bacık: Ben sürekli Cemaat üzerine yazmıyorum biliyorsun. Herhalde en son Gülen'in cenazesinde konuşmuştum seninle. Bir de ondan 6-7 ay kadar önce seninle bir mülakat yapmıştım. Akademisyenim. Elimdeki tek araç, toplumsal bazı gelişmeler olunca katkıda bulunmaya çalışmak. Bu yazıyı niye yazdım? Çünkü Türkiye'de bir çözüm süreci var. Tartışmalar var, toplumun belli kesimlerinin şüpheleri var ama devlet, kuruluş bildirgesinde 70'lerin sonunda kendisinden kopmak isteyen, ayrılıkçı, etnik büyük bir savaş, hükümet yanlılarına göre trilyonlarca zarar vermiş bir grupla siyasi bir çözüm arıyor. Bu ortamda bence madem bir toplumsal barış tartışılıyor, ki bununla ilgili çeşitli çevrelerin meşruiyet sorunu var, buna da katkıda bulunabilir. Bir toplumsal barış yapıyorsak, herkes kapsanabilir. Böylelikle bu bir pazarlık gibi görünmez, mütevazi de olsa böyle bir katkıda bulunabilir. Benim bu yazıyı yazma gerekçem, Türkiye'de böyle bir ortamın olmasından dolayı. Sen de gazetecisin ve biliyorsun, mesela kalkıp biz şimdi Uganda üzerinde konuşmayız. Ama Uganda ilgili bir şey olursa o konuyla ilgili fikir yürütürüz. Ben Türkiye'de yaşamıyorum ama gördüğüm ortamda devlet çok ciddi refleksler veriyor, esnemeler yapıyor. Mesela Tunceli’de Ali Haydar Kaytan için anma töreni yapıldı, değil mi? Demek ki devlet, devletin iki grubu MHP ve AKP bu konuda ciddi bir kararlılık içinde. Madem böyle bir süreç var, bunu tartışmak gerekiyor. O yüzden bu yazımda içerikle ilgili söylediklerim tartışılabilir, belli kesimleri kızdırabilir. Ama bu yazının temel iddiası, bu konunun siyasi bir çözümle ele alınmasını gerektiriyor. Devlet Gülenizm’e, -ister Fethullahçılık dersiniz, ister ‘’Cemaat’’ dersiniz-, siyaseten karşı bir pozisyonda. Filan mahkeme kararları, falan ihlallere dair mahkeme kararları değerlidir, ama siyaseten meşruiyetini kabul etmediği için, ben böyle bir zamanda siyasi çözümün konuşulabileceği iyimserliği içindeyim.

Ruşen Çakır: Burada ‘’Devlet böyle bir şeyi ister mi?’’ meselesi var, ben onu biraz dile getirmeye çalıştım. Burada açıkçası Erdoğan'ın iktidarını korumanın temelinde düşman ihtiyacı var. Bunun ilk akla geleni tabii ki PKK'ydı ve yıllarca PKK üzerinden kurguladı. Hatta en son 2023 seçimlerinde de PKK ile ilgili bir montaj video, Kılıçdaroğlu'nu yenmesinde bayağı etkili oldu. Şimdi ondan vazgeçmek durumunda kalmış bir Erdoğan var. Bundan vazgeçmiş bir Erdoğan'ın bir diğer cazip silah olan elindeki FETÖ silahını bırakmak ister mi, ben açıkçası buna çok emin değilim. Onu da bırakırsa insanları neyle mobilize edecek?
Bacık: Bu zaten bu önemli bir soru, bunu ben de kendime soruyorum. Benim bu yazıma tepki veren pek çok kişi de buna benzer şeyler söyledi. Haklı olabilirsin. Zaten devletin cemaatle ilgili bir şey yapacağına dair elimde bir veri yok. Ben sadece konjonktür uygun olduğu için bu yazıyı yazdım. Bence, Erdoğan'ın toplumsal sorunları üzerinden iktidara yürümesi, biraz geçmişe ait bir şeydi. Türkiye'de bir konjonktür değişti. Belki Türkiye'dekiler bunu görmüyor olabilir de ben dışarıdan bakınca, Erdoğan'ın, iktidara gitme stratejisinde iç ve dış tehditler görüyorum. Mesela neden İsrail’den dış tehdit olarak söz etmiyor Erdoğan şu anda? Büyük bir fırsat. Gazze'de büyük tartışmalar var. Neden? Mesela Anti-Trumpçılığın en yapılacağı dönemdeyiz, neden bunları yapmıyor? Çünkü kanaatimce, şu anda Erdoğan AKP'nin adayı olursa, olmazsa veya bir parlamento seçiminde iktidara gitmesinin, iç düşmanlar, dış düşmanlardan daha ziyade, başka türlü yöntemlerle gitmesinin onun işine yarayacağı kanaatindeyim. Bu senin yaptığın analiz doğru olmakla birlikte, şu gün itibarıyla biraz eskiye ait gibi görülüyor bana. Ama Kürt meselesi akamete uğrar, Türkiye tekrar gergin bir yere girer, o zaman tekrar senin dediğin noktaya girebiliriz.
Bundan 6-7 yıl kadar önce, ben ‘’Cemaatle ilgili siyasi bir çözüm olabilir mi?’’ diye konuşurken bir akademisyen bana “Erdoğan burada bir gömü buldu” demişti. Yani maliyeti düşük, riskleri az. Şöyle düşünün, Cemaat altın çağını yaşarken Türkiye'de bir tane bağımsız kişiyi parlamentoya milletvekili olarak seçtirememişti. Cemaatin seçim maliyeti de düşük. Dolayısıyla bunun üzerinden toplumu güvenlikleştirmek çok işe yaradı. Cemaat de maalesef biraz kullanışlı bir halde kendini o yivli yola soktu. Ama bugün itibariyle, birincisi, bu yöntem acaba Erdoğan'a yarar mı? Erdoğan eğer güvenlik üzerinden iktidara yürüyecek olsa koskoca Kürt sorunundan vazgeçer miydi? O daha büyük imkân sağlardı. Cemaat üzerinden güvenliğin Erdoğan'a %1 oy sağlayacağını düşünmüyorum. Tam aksine toplumsal bir açılım, ‘’herkesi içine alıyoruz, bu sadece Kürt meselesi değil, bu pazarlık değil’’ türü bir söylem daha işe yarayabilir.
Bir de öbür taraftan şunu söylemek istiyorum: Biz Türkiye'deki bütün tartışmaları Erdoğan, Bahçeli, Cemaat üzerinden yapıyoruz. Ama son tahlilde karşımızda bir devlet var. Bu devleti insan hakları gibi konularda tenkit ediyoruz, eleştiriyoruz. Ama bu devlet, dün kurulmuş bir devlet değil. Dolayısıyla devletin de devlet gibi davranacağını ümit ediyorum. Devlet gibi davranırsa da bir çözüm süreci varsa içinde her türlü mağdur insanın katılabileceğini, bu kişisel çıkarların ötesinde devletin siyasetine uygun olacağını düşünüyorum. Umarım bu tür düşünceleri, mülahazaları olan insanlar da devlette vardır.

Ruşen Çakır: Peki, bunu yapınca ne elde edecek? PKK, her şeye rağmen son dönemde ülke içerisindeki faaliyeti çok azalmış olmakla beraber, bölgede, Suriye'de hatta İran'da bir gücü olan ve çok ciddi bir toplumsal tabanı olan bir yapı. Aynı çizgideki partinin %10 civarında oy aldığı bir hareketten bahsediyoruz. Bunun sisteme entegre edilmesinin birtakım somut kazanımları olabilir. Ama açık söyleyelim, Fethullahçılık söz konusu olduğunda, bugün itibariyle Türkiye'de böyle bir olay yok. Hâlâ operasyonlar yapılıyor. En son yine birtakım askerler alınmış. Ama bu hareketin gücü, Türkiye'de hem bir örgütsel olarak yok hem de senin de yazıda bahsettiğin gibi toplumsal olarak da yok. Fethullahçılık sadece devletle kavga eden bir yapı değil, aynı zamanda toplum tarafından da büyük ölçüde dışlanmış bir yapı. Şöyle bir hesap var: Bu bana içeride bir tehdit değil, dış kısmını ayrıca konuşalım. Böyle yaparak niye onlara yardımcı olayım diye düşününce…
Bacık: Bu zaten Cemaatle ilgili bir siyasi çözüm önerisinin karşısındaki temel sorunlardan biri bu senin dediğin. Ben bu yazıyı yazarken bunun farkındaydım. Hatta bununla ilgili bir şey ekleyeyim dedim de yazı çok uzadı. Şimdi PKK ile açılım bize bir fırsat sağlıyor, bunu konuşabiliyoruz. Bu dezavantaj da sağlıyor. Karşıda, 10 ülkede örgütlenmiş, Avrupa'da belediye başkanları olan, parlamenterleri olan, Suriye'de şöyle ya da böyle fiili bir gücü olan, Türkiye'de ölüsü %10 oy alan bir parti var. Bununla da kıyas ettiğiniz zaman ‘’devlet ne kazanacak ki buradan?’’ denilebilir. Bu yerinde bir eleştiri, ama biraz buna bir normatif ve reel politik cevap verilebilir. Normatif yorumla, kazanacak şey olmasa bile bu doğru bir şey. Cemaat konusunda siyasi çözüm yapmak, bu anlamsız gerilimi, kavgayı bitirmek doğru bir şey. Dolayısıyla, Kürt meselesi gibi kazancı olmasa bile, bu meselenin çözülmesi normatif olarak doğrudur. Devleti idealize edersek, olma biçimine daha uygun bir şeydir diye bunun olabileceğini varsayıyorum.
İkincisi ise, evet Cemaat küçük bir mesele, ama Amerika'da bir gazeteci hapsolsa manşetlere girer. İnsanlar “Bütün gazeteciler dışarıda, bir kişi girmiş” demez. Mesela Trump Harvard Üniversitesi ile uğraşınca diğer üniversitelerle uğraşmadığı için ‘’bir tane üniversite var, bundan bir şey olmaz’’ demez. Hayat biraz işletmecilerin söylediği gibi toplam kalite üzerine gider. Cemaat küçük bile olsa, bununla ilgili bu kadar operasyonlar, bununla ilgili her şey, bu devleti güvensizlikleştiriyor. Dediğim gibi, kendisiyle doğrudan ilgili olmayan kitleleri etkileyecek kanun etkili oluyor. Şeklen küçük olsa bile bu sorun, Türkiye'de demokratikleşme, hukuk devleti gibi pek çok diğer şeyi etkiliyor. Mesela bir kanun çıkacak, bununla alakası olacak mı? Şöyle bir açılım olacak, bu ne olacak? Bence evet, cemaat sorunu, kesinlikle bir Kürt sorunu gibi siyasetin buradan pragmatik bir sonuç elde edeceği bir yerde değil. Ürettiği tehdit daha az, ürettiği çözümün getirdiği fayda daha az. Ama son tahlilde, bu sorun olduğu sürece, bu sorun küçük de olsa, Türkiye'deki demokratikleşme, toplumsal barış gibi şeyler nihayete ermemiş olacak. Dolayısıyla burada da devletin kazanacağı bazı şeyler var. Mesela biraz önce söyledim, bu konu bir Kürt pazarlığına benzeyebilir. Bakın, Türkiye'nin Batı’sında belli çevrelerin şüpheleri var. ‘’Ben sadece Kürtlerle seçim amaçlı bir pazarlık yapmıyorum ama Cemaatle de görüşüyorum, belki buna benzer şu anda aklımıza gelmeyen başka bazı mağdur gruplar da buna ekleniyor’’ denilirse, bu, toplumsal algıyı yükseltebilir.
İkinci nokta da şu: Ben Türkiye kamuoyunun geneliyle, muhafazakâr kamuoyunun algısı arasında bir fark olduğunu düşünüyorum. Türkiye kamuoyunun geneli için bu çok önemli bir şey değildir. Ama AK Parti üzerinde etkisi olan muhafazakâr çevrelerde, Cemaatin bu tabanına yapılan baskının ciddi bir huzursuzluk meydana getirdiğini, dolayısıyla ‘’Cemaat konusunda kamuoyu ne düşünüyor?’’ sorusunu genel sorarken, biraz daha kalitatif, ama ‘’hangi çevreler nasıl düşünüyor?’’ diye bakmak gerekiyor. Dolayısıyla bu sorun böyle izole edilmiş bir cemaat meselesi değil. Burada akraba ilişkileri var, iş ortaklıkları var, dostluklar var. Bunun çözümüyle ilgili kamuoyu analizlerinde, genel kamuoyu kadar, muhafazakâr kamuoyunun da ne düşündüğünü biraz hesap etmek gerekiyor.

Ruşen Çakır: Tam da bu noktada yazıda yazdığım bir husus var. Fethullahçıların tasfiyesiyle beraber önleri iyice açılan, eğitimde, devlette, birçok alanda açılan birtakım başka cemaatler var ve bunlar Erdoğan'la var olan ilişkilerini daha da güçlendirdiler. Hiç duymadığım birtakım yapıların, emniyette, şurada burada çok güçlü bir şekilde var olduğunu duyuyorum mesela. Bunlar bence böyle bir şeyi asla istemeyecektir. Her ne kadar Fethullahçılığın tekrar ortaya çıkıp toplumsal anlamda zemin kazanma ihtimali bana göre yoksa da, onlar bunu hem bir vehim olarak alacaklardır hem de bir bahane olarak alıp engellemeye çalışacaklardır diye düşünüyorum.
Bacık: Mesela Sağlık Bakanlığındaki Menzilci bürokrattan mı bahsediyoruz veyahut Adalet Bakanlığındaki İskendercilerden mi? Burada çok dikkatli bakmak lazım. Devletin içindeki cemaatçi bürokrat kim? Birincisi bu.  İkincisi, ben bu konuda devletin bu işleri bu tarikat ve cemaatlere soracağına ihtimal vermiyorum. Eğer ben kendi çapımda bir siyaset bilimciysem, bu tip kararlarda, Erdoğan'ın bir tarikatı ve cemaati dikkate alma ihtimalini sıfıra yakın görüyorum. Şunu unutmayalım: Türkiye'de tarikatlar ve cemaatler Erdoğan'ın sırtından hareket eden yapılardır. Dolayısıyla Erdoğan'ın onlara karşı otonomisi %100'dür. Bugün altın çağında yaşayan bir tarikat, yarın kendini şurada oturuyor bulabilir. Bir kere tarikat ve cemaatlerin oy oranı çok yanlış. Türkiye'deki seküler çevrenin anlamadığı şu: Tarikat ve cemaatler çok örgütlü olduğu için, çok görünür olduğu sanılıyor. Oysa bunların sayısı azdır. Genel Türk kamuoyu tarikat ve cemaatleri sevmez. Onları kendi içine kapanık, kendi menfaatleri peşinde koşan tipler olarak görür. Tabii biraz karikatürize ediyorum. Burada bir tarikat ve cemaate bir şey demek istemem. Erdoğan için, yani AKP açısından bu tarikat cemaatler bir insan kaynağıdır. Bürokrat atarsınız şu olur bu olur, ama AKP'ye büyük bir oy kaynağı yoktur. Dolayısıyla bu hareketlerin Erdoğan'ın otonomisi üzerinde kısıtı yoktur. Erdoğan veya Türkiye'deki siyasi aktörler bir konuda karar alacaksa…
Şöyle bir örnek vereyim size: Mesela Kürt sorunu konusunda, Kürt hareketiyle mücadelede, Adıyaman'daki bu Menzil Hareketinin tarihsel bir rolü var, değil mi? Bu açılım konusunda Menzil Grubu ne diyor diye bir kişi konuşuyor mu? Hayır, konuşmuyor. Bizim devlet tarikatları çok sever, kullanır, ama onlarla hiçbir zaman Lübnan'daki Hizbullah gibi egemenliğini paylaşmaz. Zaten Gülenizm’in bugüne gelmesindeki temel arızalardan birisi bu. Cemaat, altın çağında devletle olan ilişkisinin isteyerek ya da istemeyerek sınırını belirleyemedi. Fiilen diyorum, şeklen bahsetmiyorum. Güç ilişkileri olarak Lübnan'daki Hizbullah'a benzedi. Şimdi Lübnan'ı izleyin. Bir şey oluyor, Cumhurbaşkanı açıklama yapıyor. Hizbullah açıklama yapıyor. Türkiye öyle oldu bir ara. Bir şey olduğunda, Cumhurbaşkanı açıklama yapıyordu, Başbakan açıklama yapıyordu ve Gülen açıklama yapıyordu. Bunu Türkiye asla kabul etmez, Türk toplumu da kabul etmez, Türk devleti de kabul etmez. Türkiye'de Osmanlı döneminde tarikatların, cemaatlerin altın çağını inceleyin, devlet bundan rahatsızdır. Arkasından bunları tasfiye etmiştir. O yüzden bence bu konularda devletin, tarikat ve cemaatlere çok bakacağı kanaatinde değilim.

Ruşen Çakır: Peki Cemaatin kendisine, Fethullahçılığa bakalım. Aslında düne kadar Fethullah Gülen sağken, tek bir şeye, ‘’Fethullah Gülen ne der?’’ diye bakıyorduk. O artık gündemde yok, hayatını kaybetti. Şimdi, zaten var olan katmanlar, zaman içerisinde daha da netleşiyor herhalde. Bir lider kadro, lider kadronun kurmayları, aşağıda inanmış insanlar, onun altında, inançla, kalmak mı gitmek mi arasında bocalayanlar gibi gidiyor. Bir de tabii çok önemli olan, içeridekiler ve dışarıdakiler ayrımı var. İçeride, binlerce belki on binlerce kişi bunun faturasını ödedi, ödemeye devam ediyor. Dışarıdakiler ‘’biz de ödüyoruz’’ diyorlar. Kusura bakma ama içeridekilerin yaşadıklarıyla asla kıyaslanacak bir şey değil. Sen de zaten yazında bahsetmişsin; çoğu işini gücünü kurmuş, çocukları okullarda okuyor filan. Burada sanki böyle bir barışmayı Türkiye'deki mesela KHK'lılar ister, cezaevlerindekiler ister, ama dışarıdakiler ne kadar ister? Bir de burada şöyle de bir husus var, onu da özellikle vurgulamak lazım: Burada devlet zor durumda kalmış ve ‘’gelin, sizinle barışalım’’ diye bir hamle yok. Sonuçta talebin buradan gelmesi lazım. Bir anlamda ‘’bizi affedin, barışalım’’ gibi bir şey olması lazım.
Bacık: Şimdi birincisinden başlayalım, zaten yazımda bunu söyledim. Mesela ben bu yazıyı yazmadan önce, Cemaatin içinde yetişmiş, Türkiye'nin iyi üniversitelerinde okumuş, Amerika'da iyi pozisyonda, mesela bir yapay zekâ şirketinde çalışan veya ilk 200'deki üniversitelerdeki bazı hocaları yazdım. Bir grup akademisyen dışında. Bunlar bana ‘’niye toz kaldırıyorsun, keyfine bak, Türkiye şeyinde boğulsun’’ diye tepkiler verdi. Ben bunu ahlâki görmediğim için yazdım. Bunu okuyucu takdir edecek. Ben de üniversitede hocayım, bunları yazmak zorunda değilim. Ben yazıyı dün gece yazdım. Sabah kalktığımda hem siyasi taraftan hem Cemaat tarafından, ‘’güzel yazdın’’ diyenler de var, küfredenler de var. Sen de biliyorsun, ‘’ajan’’ diyenler de oldu. Zaten ben bu yazıda Cemaatin içinde olan veyahut Cemaatin içinden geçmiş insanlara bir çağrıda bulunuyorum, ‘’İnisiyatif alın’’ diyorum. Çünkü birincisi, bu, Türkiye'deki tabana bir sorumluluk. Oradaki insanlar mağdur. ‘’Kaymakam zehir içti,’’ ‘’KHK'lı inşaattan düştü’’ gibi haberler var, değil mi? Bu bir sorumluluk.
İkincisi, Türk toplumuna karşı bir sorumluluk var. Türkiye'den ayrıldık. Türkiye'ye gitmiyoruz diye… Biz bu ülkede yaşadık, bu ülkede doğduk. Bu topluma karşı sorumluluğumuz var. Ben kavga ettim, ayrıldım, ‘’ne halin varsa gör’’ gibi bir sosyolojik felsefe olabilir mi?  Biz bu ülkeye gitmeyecek olsak bile Türkiye'nin iyiliğini düşünmek zorundayız, Türkiye ile ilgili iyi şeyler söylemek zorundayız. Burada cemaatin görünen ve görünmeyen bir kısmında bir konfor var, bunun sorgulanması gerekiyor. Bakın çok net şunu söyleyeyim: Ben Türkiye'de öyle insanlar gördüm ki, bunların hikâyelerinin ve çektikleri sıkıntının yanında Gülen’in hayatı boyu çektikleri sıkıntılar promosyon olur, o kadar küçük ki. Mesela şöyle anlatayım: Adam nehirden geçerken çocuğun ölüsünü taşımış. Kendisi Türkiye'de 5 yıl hapis yatmış, kanser olmuş. Ben iki gün iş bulamadım, stres yaşadım. Çocuğum okula gitmedi, stres yaşadım. Ben ‘’yurtdışındakiler bal kaymak yiyor, mutluluk içinde yaşıyor’’ demiyorum, ama yurtdışındaki bir ortalama sıkıntıyı Türkiye'deki bir KHK'lıyla kıyas edersek… O yüzden siyasi bir çözüm demeye çalışıyorum ben. Dolayısıyla bu bir problem.
Ben yazımda zaten açık açık yazdım. Benim, hareketin tepe yönetiminden hiçbir ümidim yok. Bunların bir kısmını ahlâken problemli, bir kısmını kriminal problemli, bir kısmını vasat görüyorum. En önemlisi de bir kısmı Evanjelik kafada. Bunların kafa yapısı farklı. Adama ‘’maç 5-0 bitmiş’’ diyorsun, o, ‘’burada Allah'ın bir hikmeti var’’ diyor. Adamın düz düşünceyle ilgisi kalmamış; mistik bir ahir zamancılığa girmiş. O yüzden evet, Türkiye ile ilgili sorunlar var ama dönüp harekete baktığınızda, bu tabandaki konformizm büyük bir risk. Böyle giderse 10 sene sonra Türkiye'den çıkanlar ihtiyarlamış olur; Almanya'daki ikinci gurbetçi jenerasyonu gibi olur. Türkiye ile bağ da kopar. Bu ahlâki bir şey olmaz ama. ‘’Biz yurtdışına çıktık, bir düzen kurduk, Türkiye ne hali varsa görsün, çekirdek çitleyerek izleriz.’’ Ben bunu ahlâki bulmam.
İkincisi de Cemaatin tepe yönetimi burayı bir ekonomiye çevirdi. Tâbirimi mazur görün, cemaati bir tımarlı sipahiye çevirmiş durumdalar. Bu öneri eksik olabilir, başka öneriler ortaya getirilebilir. Biraz önce söyledim, benim amacım, siyasi bir çıkışa ihtiyaç olduğu. Benim önerilerimi beğenmeyen başka siyasi çıkışları önersinler. Ama şunu biliyorum: Cemaatin içinde yetişmiş doktordur, mühendistir, iş adamıdır, bunlar inisiyatif almazsa, kimse bir şey yapmazsa bu statüko devam edecek. Yeri gelmişken, Cemaatin, özellikle iş adamları üzerinde şaşırtıcı derecede bir vesayeti var. Çünkü insanlar yurtdışına çıkmış. Eleştirel de olsa devlet bir çıkış vermiyor. Ayrılamıyor. İçeride eleştirirse iş imkânlarını kaybedebilir. Adam gitmiş bir mutfak firması açmış, mutfak tezgâhı satıyor. Cemaatle kavga ederse bunu kaybedecek. Dolayısıyla devletin şunu anlaması gerekiyor: Bugün devletin Cemaate yönelik sert politikası, Cemaat statükosunun birinci enerji kaynağıdır. Bilimsel olur ya da olmaz, benim kendi çapımda yaptığım ölçümlere göre %30'luk bir hardcore grup var, bunların değişmesi çok zor. Yüzde 30, psikolojik olarak kafasında bitirmiş ama çıkış bulamıyor.  Mesela 60 yaşında bir kasapsınız, Almanya'ya gittiniz, Hakkınızda dava var. Aslında Cemaati artık çözmüşsünüz, onunla bir psikolojik yakınınız kalmamış. Ama koparsanız hiçbir alternatifiniz yok. Bize birisi bir çıkış vermediği sürece onun etrafında gezmeye devam ediyorsunuz. Devletin şunu bilmesi gerekiyor: Cemaatin merkez elitlerindeki finansal ilişkilerle çıkıp televizyonlarda, YouTube programlarında imaj çizenlere bakmamak gerekiyor. Hareketin hatırı sayılır bir kitlesi, geçmiş 10 yıl için ilgili bir muhasebe yaptı, kendine özgü fikirler geliştirdi ve eleştirel pozisyonda. Ama sana katılıyorum; hükümet tarafına bakarsak nasıl sorunlar varsa, cemaat tarafına bakarsak bir gittikçe artan bir konformizm var: ‘’Toz kaldırma, biz düzenimizi kurduk. Bir de oraya 3-5 kuruş gönderiyoruz, psikolojik olarak rahatlıyoruz.’’ Böyle bir psikoloji de var.

Ruşen Çakır: Şimdi PKK ile olan barış sürecinde liderle, Öcalan'la anlaşılıp yapılan bir şey var ve bu acayip bir şekilde de kolaylaştırıyor işi. Normal şartlarda Öcalan olmasaydı, PKK'nın yönetim kadrosuyla böyle bir pazarlık yapıp, onları böyle bir şeye ikna etmek çok daha zor olabilirdi. Burada ‘’lider kadroya rağmen bir barış olabilir mi?’’ gibi bir olay var.
Bacık: Burada çok kritik bir şey var, devletin ve Türk toplumunun şunu anlaması gerekiyor: Kızarsınız kızmazsınız ama PKK ileri bir siyasi bilince sahip bir örgüt, bir siyasi hareket. Mesela ben PKK ile ilgili bilimsel yazılar yayınladım. Hani ilgim var demek için bunu söylüyorum. Okuduğunuz zaman, karşınızda Marksizm okumuş, milliyetçilik analizi yapmış, kadın konusunda yazmış biri var. Cemaat dînî bir hareket, siyaseten ergen seviyesinde düşünen elitler var. Devletin bunu anlaması gerekiyor, bunlar algılayamıyor olayı. Ben mesela şimdi seninle Çerkezce konuşsam sen anlamazsın, bunun gibi. Bu hareketin yönetici elitleriyle siyaset konuştuğunuz zaman, bunlar bunu algılayacak kapasitede değiller. Karşımızda bir Cemil Bayık yok, ölmüş olan Kaytan yok. Karşılığında dini metinler okumuş. Bu, birinci problemimiz. Mesela ben şimdi bu kitlenin etrafındaki insanların bana eleştirilerine bakıyorum, o kadar akıl dışı ki okurken üzülüyorum. Hangi mülahazalarla yazdığımı bilmeden, kulağına şeytan üflemiş filan… Eleştirinin de bir dozu olur. Bu bir büyük problem.
Dediğin de ikinci problem. Karizmatik lider artık harekette olmadığı için… Aslında ben kendi çapımda birkaç akademisyenle, Gülen yaşarken bunu çok zorladım, zorladık. İnsanlara müracaat ettik. ‘’Yaşarken adım atılırsa çok iyi olur’’ dedik. Çünkü arkasındaki kitleyi biliyoruz, bunlar bunu dinlemeyecek. Bu başarılı olmadı, sabote edildi. Türkiye'den sivil kanattan bazı çevreler de girdi araya. İyi niyetli insanlar, çocukları hapse girmiş, A-B partisinde siyaset yapan insanlar. Bunlar da başarılı olmadı. Karşımızda böyle bir sorun var. Ama şunu da biliyorum: Türkiye'de devlet ve örgütler arasında ilişki çok karmaşıktır. Şöyle bir örnek vereyim: Gülen, hareketin bütün mahrem işlerini emanet ettiği Adil Öksüz’ün ajan olabileceğini ima etti. Dolayısıyla, devletin cemaatle hâlâ böyle ilişkileri olabilir. Varsa bunlar üzerinden bazı şeyler yapılabilir. Bu bir spekülasyon olabilir, bilmiyorum. Ama bu olmayacaksa, senin dediğin noktaya geliniyor. Eğer bu kitle, bu hareketin elitleri, ‘’biz düzenimizi kurduk, hiçbirimiz hapse girmedik, başka ülkelerde yaşıyoruz, çocuklarımızı en iyi okula gönderiyoruz, başarı hikâyeleri ortada, biz niye risk alalım?’’ diyecekse, o zaman ya bu statüko, bu kavga devam eder ya da hareketin içinden bir grup insan, inisiyatifi almak zorunda kalır. Ben bunu derken de hareketten beş tane doktor çıkıp bildiri yayınlayınca, hükümetin üstüne atlamayacağını biliyorum. Ama bir yerden başlamak, bir şey denemek gerekiyor. Hiçbir şey denemezsek, bu masa dağınıklığında hemfikirsek, kimse bir şey yapmayacaksa, bu masa hep böyle kalır. O zaman bilmeyeceğiz. Deneriz, ‘’denedik olmadı’’ deriz.
Cemaat örneğinde, cemaatin yönetimini oluşturan kişiler son derece apolitik demek istemiyorum, politik geçmişleri olmayan, dînî jargonla dünyayı açıklamak isteyen, ideolojik kavramları bilmeyen insanlar.  Bu insanlara siz ‘’açılım’’ deyin… Mesela ben PKK’yla örnek gösteriyorum “Sen niye bizi PKK'ya benzettin” der. Teorik olarak bu hareket PKK gibi değil. Birincil olarak dinsel bir hareket olduğu için, bu kitlenin önde gelenleri, Kürt meselesinin önde gelenleri gibi politize olmuş, feleğin çemberinden geçmiş, teorik ve pratiğe uygun insanlar değil. Ama dediğin doğru. Hareket keşke Gülen yaşarken bir adım atsaydı, keşke o zaman olsaydı.
Ama burada şunu söyleyeyim: Gülen yok. Evet, bir karizmatikleri yok ama hareketin üzerinde etkili olacak insanlar var. Birkaç örnek vereyim: Mesela benim yazımı Mümtaz’er Hoca retweet etmiş. Bu çok önemli. Onların isimlerini söyleyemem, ama Mümtaz’er Hoca gibi hareketin itibar ettiği isimler var. Bunlara büyük bir rol düşüyor. Bu birinci grup. Çünkü hareket Mümtaz’er Hocayı referans olarak görüyor. Bu birincisi. İkincisi, Türkiye'de ve yurtdışında, Gülen hareketiyle bir araya geldiği için büyük maddi zarara uğramış iş adamları var. Bu kişiler inisiyatif alır. Bu kişiler çok büyük etki üretebilir. Türkiye'de de var. Dediğim gibi isim ve konuların üzerine bir sorumluluk atmak istemiyorum, onların özel durumlarını bilemem.
Üçüncüsü, Türkiye’de, AKP'den sosyal demokrata kadar harekete kızanlar var. Evet, kızmakta, eleştirilerde haklı olabilirsiniz, ama ‘’Türkiye'nin selameti için bu yapılmalıdır’’ türü, yani geçmişteki anlayıştan kaynaklanmasına rağmen onu aşarak yaparsa… Çünkü burada şöyle bir sorun var. Gülenist özneyi çok iyi analiz etmek lazım. Hayatı boyu örgütlü davranmış, okuma sistemi onun üzerine, tanrısal plana, imana dayanmış. Hep müstear isimlerle tweet atıyor…Bakıyorum 100 tane mail geliyor, 90'ı böyle. Risk de yok. Adam Fransa'da doktor olmuş, hâlâ müstear, isim kullanıyor. Bu eşiği geçemiyor insanlar. Kendi iradenle karar al, yanlış bir şey olursa kendim yaptım dersin. Ben biliyor muyum 17 Aralık’ı kimin yaptığını biliyor muyum? Açık söyleyeyim, bilmiyorum. Mesela ‘’15 Temmuz’da ne oldu, nasıl bu noktaya gelindi?’’ konusunu Ahmet Dönmez'i okuyarak öğrendim. 17 Aralık haberini alınca evde tıraş oluyordum. Bu kişileri tanımıyorum. Zaten bu hareketin gazetesi sabah akşam 17 Aralık'ı savunuyordu, Gülen çıkıp “Ben bunları tanımıyorum” dedi. Düşünebiliyor musunuz? Çelişki içinde çelişki. Biz ne yazsak yazalım bize ajan diyenler, o çok güvendikleri Adil Öksüz’e ajan dediler en sonunda. Paradoks içinde paradoks. Dolayısıyla bu kitlenin referans aldığı kişiler eğer teşvikte bulunursa, burada bir siyasal hareketlilik olabilir.
Ama şunu da söyleyeyim: En nihayetinde en önemlisi devlet. Çünkü bu kitleden bana gelen tepkilerin çoğu şöyle: ‘’Biz ne yapsak devlet bizimle konuşmaz, biz ne yapsak devlet bizimle normalleşmez.’’ O yüzden, hangi grup olursa olsun, devletin mutlaka ve mutlaka siyasi çözüm için, mümkün olduğu zaman buna bir sinyal vermesi gerekiyor. Devlet “Bunlarla işim yok kardeşim” derse, bu konuştuklarımız da yazdıklarımız da boşa gider. Ama bunu söylerken, ‘’bugün yazı yazdık yarın devlet hemen yanıt verir’’ gibi bir şey beklemiyorum. Ama bir süre böyle bir hareketlik yapılabilirse, hareketin içinden dışından insanlar bunu tutabilirse ve ikna edebilirse, belki de devlet de buna bir ölçüde üstü kapalı veya açık tepki verirse fevkalade olur. Ama devlet tepki vermezse… Çünkü bu hareketin büyük bir kısmında Türkiye'ye yönelik bir pesimizm var: ‘’Biz ne yapsak devlet bizimle barışmaz’’ diye düşünüyor. Ben de diyorum ki: ‘’Bak geçmişte ülkücülere işkence yapılmış, Kürtlere değişmiş. Geçmişte CHP bile kapanmış ve tekrar açılmış’’ diyorum. Hareketin tabanının bir kısmında, ‘’Hayır. Devlet, kimseden olmadığı kadar bizden nefret ediyor, asla bizimle normalleşmez’’ algısı var. Kendini özel negatif bir statüye koyuyor. Bunu kıracak olan da devlet. Devletin içinden bir makûl ses gelmesi gerekiyor.

Ruşen Çakır: Aslında PKK örneği, birtakım dengeleri ve bakışları değiştirmeye aday. PKK gibi bir yapıyla konuşabilen birisi. Tabii bu arada yine komplo teorileri falan uçuşuyordur, çok severler zaten onları biliyorsun. Ama bu hakikaten olabilir. Son olarak şunu sormak istiyorum: Şimdi esas faturayı Türkiye'dekiler ödüyor.
Bacık: Doğru.

Ruşen Çakır: Ve Türkiye'dekiler örgütlü değiller. Herkes kendi başının çaresine bakmaya çalışıyor. Yani bir çözüm olacaksa, öncelikle onların ihyası için olmak durumunda. Ama bir diğer yandan da biliyoruz ki dışarıdakilerin en büyük ekmek kapısı da içerideki mağduriyetler.
Bacık: Evet, doğru.

Ruşen Çakır: Ama Türkiye'deki mağduriyetlerin bitmesi, aslında o dışarıdaki oligarşik yapının istemeyeceği bir şey. Ama içeridekilerin de böyle bir gücü yok. Bir de açıkçası şöyle söyleyeyim, onlar zaten devlet için bir sorun olmaktan çıktılar. Onların istemesiyle, devletin heyecanlanıp bir barışmaya gitmesi gerekmiyor. Dışarıdan, potansiyel tehdit olan bir yapının olması lazım. Böyle bir acayip bir şey var aslında.
Bacık: Dediğim gibi Gülenizm’in sosyolojisini iyi çalışmak lazım. Bu hareket örgütlenemez, DNA'sında yok. 1979’da Türkiye'de Jacob Landau’nun yazdığı “Türkiye'de Sağ ve Sol Akımlar” diye bir kitap vardı. Sol, pratikle yakın. Mesela ‘’Türkiye'de zeytin ağaçları kesilmesin’’ diye hareket eden bir milliyetçi grup görebilir misiniz? Bu çevrecilerindir. Normalde aslında zeytin ağaçlarını ülkücülerin koruması gerekir gibi düşünebiliriz. Buradan şuraya geleceğim, Türkiye'de soldan, Kürtçü hareketten farklı olarak, Nurculuk ve Gülenizm eylemsel değildir. Yapamaz, örgütlenemez, böyle bir şey yok. O yüzden ‘’bunlar baskı kursun, devlet de şöyle konuşsun’’ gibi bir şeyi beklememek gerekiyor. Bunu eksik olarak söylemiyorum, bu, hareketin tarzıyla ilgili bir şey. Dediğin doğru, ama aynı şeyi söyledim ben de. Şu an paradoksal olarak devletin şunu anlaması gerekiyor: Türkiye'deki insanlar ve genel olarak Cemaate olan baskı, bu tür oligarşik yapının birinci enerji kaynağıdır. Mesela, Türkiye'de operasyon olunca, ben o oligarşik yapının canlandığını görüyorum. Türkiye'de mesela ‘’Balıkesir'de kız öğrenciler tutuklandı’’ diye bir haber çıkıyor. Hemen ‘’işte gördünüz mü?’’ diye başlıyorlar konuşmaya. Diyelim ki biz bu konuşmaları yaptık, 3 gün sonra ‘’devlet bir operasyon yapsın. Bütün Twitter “Gördün mü, işte sen konuştun böyle oldu, cellat, şu bu’’ derler. Dolayısıyla devletin, Türkiye'deki ve Türkiye dışındaki cemaat tabanına mutlaka bir mesaj vermesi gerekiyor. Bu kitle, ‘’şu anda ne yaparsak yapalım, devlet ve biz barışmayız, devlet bizimle barışmaz, bir adım atmaz’’ gibi bir ezberin içinde. Bu ezber bozulmazsa, en başta söylediğim gibi konuşuruz, bir süre sonra geçer. Herkes bildiği şekilde devam ede.

Ruşen Çakır: Çok teşekkürler Gökhan. Umarım bu tartışma verimli ve bütün tarafların bir şekilde memnun kalacağı bir yere doğru evrilir diyelim, ama yeni başlamış bir tartışma.
Bacık: Tabii.

Ruşen Çakır: Bakalım nasıl gelişecek? Çok teşekkürler.
Bacık: Ben teşekkür ediyorum.

Ruşen Çakır: Evet, ‘’Fethullahçı hareketle, devlet arasında bir çözüm süreci olabilir mi?’’ sorusunu Prof. Gökhan Bacık'la ele aldık. Kendisine çok teşekkürler, Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler. İyi günler.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
01.06.2025 CHP siyasi iktidarın kızıştırmak istediği iç krizini tabanına başvurarak aşabilir
30.05.2025 Mehmet Baransu’yu hatırlıyor musunuz?
29.05.2025 Günümüz Türkiyesi’nde İslamcılık ve Kürtler
29.05.2025 DEM Parti’yi Cumhur İttifakı’na yamamaya çalışmanın anlamsızlığı
28.05.2025 AK Partililer niçin 19 Mart operasyonuna sahip çıkmıyor?
27.05.2025 Meral Danış Beştaş ile söyleşi: Çözüm süreciyle birlikte demokrasi de gelecek mi?
27.05.2025 Bana arkadaşını söyle…
26.05.2025 Erdoğan’ı Kılıçdaroğlu mu kurtaracak?
26.05.2025 Sahi nedir bu Kürt sorunu?
25.05.2025 Fethullahçılarla barışma mümkün mü?
01.06.2025 CHP siyasi iktidarın kızıştırmak istediği iç krizini tabanına başvurarak aşabilir
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı