Erdoğan’ın artık “askeri vesayetle mücadele”ye değil askere ihtiyacı var

04.11.2019 medyascope.tv

4 Kasım 2019’da medyascope.tv’de yaptığım değerlendirmeyi yayına Şükran Şençekiçer hazırladı.

Merhaba, iyi günler, iyi haftalar. AKP iktidarının en önemli iddialarından birisi askerî vesayete karşı mücadeleydi malûmunuz. Hepimiz biliyoruz ve uzun bir süre bu böyle gitti. Ergenekon davaları, Balyoz davaları, Fethullahçılarla birlikte bir sivilleşme iddiası vardı ve bu konuda bayağı bir merhale de kat edildi. Ama döndük dolaştık, tekrar Türkiye yine militer bir görünümle karşı karşıya. Bunun sadece Barış Pınarı Harekâtı ile ilgisi olduğunu düşünmüyorum; çünkü –Mustafa Yeneroğlu ile geçen hafta perşembe günü yaptığım yayında değinmiştim–, bu artık Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın askerin kontrolünü eline geçirdikten sonra onu enstrümanlaştırması ile alâkalı bir şey. Kendi krizini örtmede kullanması ile alâkalı bir şey. Artık sivilleşme iddiasına çok fazla ihtiyaç hissetmiyor; çünkü ilk AKP iktidara geldiği zaman, “Hükümet oldu ama devlet olamayacak” iddiası, belli bir süre sonra, sert geçen bir sürecin sonunda sona ermişti. Artık Erdoğan devleti tam anlamıyla kontrol eden bir siyasî aktör oldu. Ve dolayısıyla artık bu tür bir arayışa çok fazla yönelme kaygısı yok.
Şöyle bir sıcak örnekle gidelim: Cumhuriyet’in 96. yıl kutlamalarında, Cumhurbaşkanı Erdoğan Külliye’de yapılan resepsiyonda dört yere canlı bağlandı. Bunlardan birisi Doğu Akdeniz’deki Gökçeada Fırkateyni’nde Dz. Yrb. Engin Ağmış’tı. Bir diğeri, Diyarbakır 8. Ana Jet Üssü’nde Pilot Bnb. Mehmet Onur Dikmen’di. Daha sonra, sırası böyle olmayabilir ama, Suriye’de Resulayn’da Piyade Komando Bnb. İlkay Dirim ve nihayet yine Suriye’de Tel Abyad’da Piyade Yzb. Celil Özekim. Bunlarla Cumhuriyet Bayramı’nı kutladı. Ve bağlanan subaylar da “Şehit ya da gazi fark etmez, görevimizin başındayız” dediler. Ve buradan milli bir heyecan yaratılıp gazetelerin manşetlerine çekildi, televizyonlar uzun uzun bunları yayınladı. Maalesef Türkiye, Cumhuriyet’in 96. yılına hâlâ ordusuyla övünen bir ülke olarak girme durumunda. Bunlardan ikisinin –Resulayn ve Tel Abyad’ın– başka ülke toprağı olduğunu vurgulamakta yarar var. Ne olmalıydı? Tabii ki bambaşka bir şey olmalıydı. Diyarbakır 8. Ana Jet Üssü’ne bağlanmak yerine Diyarbakır’ın halkına bağlanılabilirdi. Seçilmiş belediye başkanına bağlanılabilirdi. Ama Diyarbakır biliyoruz ki artık kayyum tarafından yönetiliyor. Bugün de Kızıltepe’ye atanan kayyum ile beraber Güneydoğu’da 15 belediye kayyumla yönetiliyor. Bir dönem Türkiye’de “Analar ağlamasın” sloganıyla Kürt sorununu çözme iddiasında olan bir iktidarın ve bir liderin artık Diyarbakır deyince aklına ilk olarak ana jet üssünün geliyor olması aslında hazin bir durum. Başka ne olabilirdi? Cumhuriyet’in yetiştirdiği değerlere, mesela Mardin’den kalkıp Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşayıp Nobel ödülü almış olan Prof. Aziz Sancar’a –ki Aziz Sancar’ın Cumhurbaşkanı tarafından ağırlandığını da biliyoruz daha önce–, mesela bana kalsa Prof. Daron Acemoğlu şu anda Türkiye’yi dünyada en iyi temsil eden isimlerden birisi. İstanbul’dan, benim de lisemden, Galatasaray Lisesi’nden mezun olduktan sonra değişik yerlerde, İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’nde çalışan ve muhtemelen çok geçmeyecek bir zaman içerisinde Nobel Ekonomi Ödülü alması garanti gibi gözüken Daron Acemoğlu. Başka isimler de var tabii. Örneğin yine ödül almış olan, tabii ki çok kişinin nefret nesnesi, ama yine de Türkiye deyince akla gelen Orhan Pamuk gibi. Bunlar varken Türkiye’nin hâlâ askerlerle, bir kısmı komşu ülkenin topraklarında olan askerlerle cumhuriyeti kutluyor olması bence gelinen noktanın hiç de iyi olduğu anlamına gelmiyor. Türkiye’nin daha sivil bir şeylerle övünebilmesi, kültürle, sanatla, bilimle övünebilmesi — ki aslında övünebileceği şeyler var, kişiler var, faaliyetler var. Ama öyle bir noktaya geldik ki, Türkiye bir süredir tamamen milliyetçi bir söylemle yönünü bulmaya çalışıyor. Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan 29 Ekim’le ilgili yaptığı açıklamada “Türkiye olarak yeni bir İstiklal Harbi veriyoruz” dedi. Böyle bir haldeyiz. Yani sadece bir Barış Pınar Harekâtı değil –ki o da bitti biliyorsunuz–, genel bir “İstiklal Harbi veriyoruz” ruh hali içerisinde gidiyoruz. Halbuki İstiklal Harbi falan vermiyoruz. Böyle bir şey söz konusu değil. Ama söz konusu olan siyaseten tıkanmış olan bir iktidar, tıkanmış olan bir lider var. Ve bu lider tıkanmışlığını aşmada, krizini aşmada artık siyasî yöntemlerle, demokrasiyle, özgürlüklerle, hukuk devletiyle önünü açamayacağı düşüncesiyle olayı militer bir alana, milliyetçilik alanına taşıyor. Ve muhalefet de, muhalefetin ezici bir çoğunluğu da bunun Türkiye’nin dokunulmazı olduğu düşüncesi ile burada onunla aynı hizaya giriyor — gördük, en son Barış Pınar Harekâtı’nda olduğu gibi. Ortada bir İstiklal Harbi falan yok. Ortada “Bütün dünya bize düşman” gibi bir durum yok. Yakın bir zamana kadar baktığımız zaman, ya da diyeyim ki 10 yıl önce, bugün en büyük düşman olarak görülen Avrupa Birliği, en çok aşağılanan Avrupa Birliği Türkiye’nin demokratikleşmesi için, peş peşe reformlar yapması için her türlü desteği vermiş ve bu süreci engellemek isteyen ülkedeki vesayet kurumlarına karşı AKP’nin kapatılma davası sürecinde de çok açık destek vermiş bir odaktı. Hâlâ aslında baktığımız zaman Türkiye’nin demokrasisiyle çok bir derdi olmayan bir odak. Ama bir nevi Türkiye’de siyasî iktidarın özellikle son 4-5 yıldır kum torbasına çevrilmiş bir Avrupa Birliği var. Türkiye yakın zamana kadar, belli bir zamana kadar komşularıyla sıfır sorun diye bir politikayı benimsemişti ve bayağı da sorunsuz bir ülkeydi komşularıyla. Şimdi baktığımız zaman, çok ciddi sorunlarla karşı karşıya. Burada şöyle bir husus var: Biz mi değiştik onlar mı değişti? Genellikle tabii ki resmî söylem: “Biz hep aynıyız, ama onlar değişti; bize yönelik olarak birtakım yıkıcı, bölücü faaliyetleri destekliyorlar” vs. şeklinde bir liste sunuluyor. Ama büyük ölçüde Türkiye’nin son dönemine damgasını vuran, dış güçlerin Türkiye’ye karşı politikalarının değişmesinden ziyade iktidarın kendi içerisinde ülkeyi yönetmekte çok ciddi bir şekilde zorlanması. Özellikle son dönemde buna bir de ekonomik kriz eklendi. Dolayısıyla dış güçler, komplolar, dış komplolar vs., içeride yaşanan başarısızlıkların ve beceriksizliklerin mazereti olarak gösteriliyor.
Aslında bu, dünyanın her yerinde böyle; tarihin her döneminde böyle oldu. Bir denge var ülkelerin önünde. Güvenlik ve özgürlük dengesi olarak tanımlanabilir bu. Bir ülke ne kadar özgürlüğü öne çıkartıyorsa o kadar demokratik bir ülke oluyor ve orada insanlar daha rahat, daha sakin bir şekilde ve daha müreffeh bir şekilde yaşıyorlar. Bir ülkede ne zaman milli güvenlik meselesi temel husus olarak öne çıkarılıyorsa, güvenlik öne çıkarılıyorsa, o ülkede özgürlüklerin, adaletin ve tabii ki demokrasinin geri plana itildiğini ve tamamen ihlallerle gittiğini görüyoruz. Bu güvenlik-özgürlük dengesini Türkiye uzun bir süredir kuramıyor. Başta böyle değildi. AKP iktidarının ilk yıllarında kimse güvenliğin öncelendiğini söyleyemez. Tam tersi, o dönemde Avrupa Birliği perspektifinde yapılan reformlara vs. o dönemin birtakım egemen güçleri ülkenin milli güvenliğini tehdit ettiği gerekçesiyle karşı çıkmıştı, çıkıyordu, biliyoruz. Özellikle Kürt sorununu çözme yolunda atılan adımlara hep bir milli güvenlik çerçevesinden bakıp bunu bir ihanet projesi olarak tanımlıyorlardı. Ve şimdi Erdoğan bir süredir bu noktaya kendisi geldi ve hatta o dönemde kendisini bu şekilde suçlayanların bir kısmını da yanına alarak Türkiye’yi yeniden bir milli güvenlik devletine dönüştürüyor. Ama bu Türkiye’nin kaldırabileceği bir şey değil. Ve bunun böyle olmadığını 31 Mart seçimlerinde gördük. Orada da Erdoğan ve müttefiki Devlet Bahçeli, bütün stratejilerini beka üzerine kurdular. Beka zaten işte milli güvenlik. “Ülkenin güvenliği tehlikede, var kalması tehlikede. Çünkü muhalefet teröristlerle işbirliği yapıyor. Hatta muhalefet de terörist” diyerek oy istediler ve alamadılar. O da bize gösterdi ki pekâlâ bu ülkenin seçmeni bu milli güvenlik diskuruna, söylemine belli bir yerden sonra çok da fazla itibar etmiyor. Gerçekleri tercih ediyor. Gerçekler ne? Öncelikle ekonomik anlamda işlerin çok kötü gittiği. Diğer gerçek ne? Artık iktidarın insanlara bir umut, bir perspektif sunmaktan uzak olduğu gerçeği. Ama bu son harekâtta Erdoğan bir kez daha şansını denedi. Yani yaşadığı krizi aşmada yine militarizme başvurdu. Ve bu Barış Pınarı Harekâtı’nı hayata geçirdi. AKP yöneticisi Mahir Ünal’a AKP’den kopmaları beklenen yeni partilerin nasıl bir etkisi olabileceği sorulduğunda, kendisinin cevabı, Barış Pınar Harekâtı’na desteğin yüzde 82 olduğu yolunda. Yani siyasî bir soruya verdiği cevap, ulusal güvenlik ile ilgili bir konu. Ve burada da görüyoruz ki Barış Pınarı Harekâtı’ndan siyasî bir sonuç devşirilmesi, oradan siyasî bir sonuç alınması esas amaçmış. Bunu harekâtın öncesinde ve sırasında yaptığım yayınlarda dile getirdim. Ve şu anda Metropol’ün yaptığı araştırmada söylenene göre –an itibariyle ya da harekâtın tam başladığı zamanlarda galiba yapılmış bir araştırma–, Cumhur İttifakı’nın yani AKP ve MHP’nin oylarının 4 puan arttığı, buna karşılık Millet İttifakı’nın 4 puan azaldığı yolunda bir sonuca ulaşmışlar. Metropol benim güvendiğim bir araştırma kuruluşudur. Bu anlamıyla verdikleri rakamın bir manipülasyon olduğunu düşünmüyorum. Ama burada tabii ilginç ve hazin olan husus, oy kaybederiz korkusu ile muhalefetin iktidarla aynı çizgiye kayıtsız şartsız girmesi ve kamuoyu yoklamasında buna rağmen 4 puan kaybediyor gözükmesi. Bu puan kaybının kalıcı olacağını sanmıyorum. Çünkü sürdürülebilir bir ekonomik yönetim, sürdürülebilir bir siyasî yönetim gerekiyor ülkede. Harekât da zaten bitti. Önce ABD’yle, ardından Rusya ile varılan mutabakat sonucunda bitti. Şu anda bir şekilde Suriye’nin kuzeyinde bir statüko oluşmak durumunda. Belli bir aşamadan sonra da bu unutulacak. İktidarın ise kendisine yeni ulusal güvenlik tehditleri bulup bununla mücadele ediyor imajı yaratması gerekecek. Şu haliyle bu en azından bir araya girmiş durumda.
Buradan AKP’nin krizini, Erdoğan’ı krizini aşabileceğini beklemek bence çok gerçekçi değil. AKP iktidarının uzun ömürlü olmasının bence en önemli nedeni, ilk yıllarda özellikle Türkiye’deki güvenlik-özgürlük dengesini tersine çevirip özgürlüğü öncelemiş olmalarıydı. Buraya tekrar dönmeleri halinde belki bir şeyleri toparlamaya imkânları var. Ama buradan dönme ihtimalleri olacağını açıkçası –en azından kısa vadede– pek düşünmüyorum. Bütün bu yayını yaparken aklımda Nuray Mert’in AKP’nin tam da Ergenekon vs. süreçlerinde söylediği “sivil vesayet” kavramı geliyor. O tarihlerde bunu söylediği zaman bir tür lince uğramıştı — özellikle de o iktidarı, yani o ittifakı, Erdoğan-Fethullah Gülen ittifakını destekleyen her türlü kesim tarafından. Ve şimdi biliyoruz ki o tarihte onu linç edenlerin önemli bir kısmı –özellikle bizim medya dünyasında çok kişi vardı, kendileri de bilir–, önemli bir kısmı çok daha ileri bir düzeyde Erdoğan’ı, Erdoğan yönetimini eleştiriyorlar. Ve bunların önemli bir kısmı da Türkiye’de değiller, Türkiye’ye gelmiyorlar, gelemiyorlar. Kimisi gelemiyor, kimisi gelmek istemiyor. Böyle de ilginç, –bugün çok kullandım bu hazin lafını ama– hazin bir durum da var burada. Evet, askerî vesayetle mücadele iddiası aslında bir geçiş dönemi stratejisiymiş, onu gördük. Ve Türkiye şu anda tekrar her şeyden önce askeriyle, ordusuyla övünen bir ülke konumuna getirildi. Kimileri bunu güzel bir şey olarak görebilir. Ama 2019 yılında bence hiç de iyi bir şey değil. Umarım ve inşallah cumhuriyetin 100’üncü yılında da ülkeyi yönetenler yine askerler üzerinden cumhuriyetin 100’üncü yılını kutlama yoluna gitmezler.
Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.




Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
05.05.2024 Siyasette yumuşama, ama nasıl ve kimlerle?
28.04.2024 Akşener’den sonra İYİ Parti: Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak
26.04.2024 Haftaya Bakış (211): Bahçeli’nin klibi - Kılıçdaroğlu’nun mücâdele çağrısı - Erdoğan-Özel görüşmesi
24.04.2024 Taha Akyol ile söyleşi: 1924 Anayasası’ndan hareketle yeni anayasa tartışmaları
23.04.2024 Rıfat Bali ile söyleşi: Musa’nın evlâdı Cumhuriyet’in yurttaşı
22.04.2024 Murat Somer ile söyleşi: CHP mi kazandı, AKP mi kaybetti?
21.04.2024 Erdoğan özeleştiri yapabilir veya yakın çevresinden, “Kral çıplak“ diyecek birileri çıkabilir mi?
19.04.2024 Haftaya Bakış (210): Istakozdan Rolex’e – Beklenen Erdoğan ve Özel görüşmesi
17.04.2024 Murat Ağırel ile söyleşi: Türkiye nasıl kara para aklama cenneti haline geldi?
14.04.2024 Kim Erdoğan ile müttefik olmak ister?
05.05.2024 Siyasette yumuşama, ama nasıl ve kimlerle?
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
11.02.2016 Hesabên herdu aliyan ên xelet şerê heyî kûrtir dike
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı