Hafta Başı (1): Narin Güran cinayeti | Erdoğan teğmenleri hedef aldı | Hopa’da yaşananlar

09.09.2024 medyascope.tv

9 Eylül 2024’te medyascope.tv'de yaptığımız Hafta Başı’nı yayına Gülden Özdemir hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Bundan böyle hafta başlarında pazartesi günleri karşınızda olacağım. Burada siftahı yapıyoruz. Haftanın, geçen haftadan kalan ve bu haftayı belirleyecek olan olaylarını konuşacağız. Kimlerle konuşacağız? Uzman konuklarla ve Medyascope’un ülke çapındaki muhâbirleriyle konuşacağız. Bu hafta tabiî ki öncelikle Narin Güran olayını konuşacağız. Maalesef tüm Türkiye’yi yasa boğan olayın sonunda, Narin’in cansız bedenine dün ulaşıldı. Bunu Diyarbakır temsilcimiz Ferit Aslan’la konuşacağız.
Aynı zamanda, geçen hafta sonunda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın teğmenlerle ilgili yaptığı açıklama ve soruşturmayı; “Bu kılıçları kime çekiyorsunuz?” husûsunu Hakan Şahin’le konuşacağız. İzleyenler bilir, geçen hafta da olayın ilk videosu ortaya çıktığında Hakan Bey’le –kendisi emekli kurmay yarbay ve Serbestiyet yazarı– değerlendirmiştik. Şimdiki gelişmeye onunla devam edeceğiz, yorumlayacağız.
Hopa. Hopa’da muhâbir arkadaşımız Ayşegül Karagöz var. Orada da 3 Eylül’de bir cinâyet oldu biliyorsunuz. Çevre savunucularına şirket çalışanları saldırdı ve Reşit Kibar hayâtını kaybetti. Reşit Kibar’ın âilesiyle görüşüyor arkadaşlarımız, onlarla konuşacağız.
En sonda, Ayhan Bora Kaplan Dâvâsı kaldığı yerden devam ediyor. Onu Ankara’daki arkadaşımız Mahir Bağış’la değerlendireceğiz.

Narin Güran cinayetinin perde arkası

Ruşen Çakır
: Evet, öncelikle tabiî ki Narin olayı var. Çok acı bir olay. Hepimiz bir şekilde sağ olmasını temennî ettik, ama maalesef bir dere yatağında cansız vücûdu bulundu. Bugün de cenâzesi kalktı. Bunları Ferit Asla’la konuşacağız. Ferit, merhaba.
Ferit Aslan: Merhaba, iyi yayınlar.

Ruşen Çakır: Evet, 21 Ağustos’tan beri yaşanan büyük bir olay var ve bütün gözler orada, Diyarbakır’daydı. Sen de başından îtibâren tâkip ediyorsun. Bir ara yayın yasağı geldi; ama ne kadar etkili olduğu belli değil. Şu anda da olayla ilgili, yaşananlarla ilgili birçok bilgi yağıyor diyelim. Çok sayıda ifâde var, tanıklıklar var. Bütün bunları konuşacağız; ama Ferit, önce bir videomuza bakalım. Cenâzenin de olduğu videomuza bakalım, ondan sonra konuşalım.
--------

Ruşen Çakır: Ferit, şimdi olaya geçmeden önce, cenâzeden başlayalım. Bir dendi ki: “Tavşantepe’ye defnedilmeyecek”. Çünkü orada, gözaltına alınanlar îtibâriyle bakıldığı zaman, o mahalle ya da köyde yaşayan insanlar tarafından hayatına kastedildi belli ki, hayâtına son verildi. Ama son anda tekrar Tavşantepe’de defnedildi. Bu tartışmalar niye böyle hızlıca sonuçlandı?
Ferit Aslan: Dün öyle bir tartışma vardı, Diyarbakır’da Yeniköy Mezarlığı’na defnedilebileceği söylenmişti. Çünkü kamuoyunun sosyal medyada çok tepkisi vardı, Narin’in oraya defnedilmemesi yüzünden. Çünkü Narin’in orada öldürülmesi, kaybedilmesi ve daha sonra da öldürüldüğünün ortaya çıkmasıyla birlikte, bütün köyün bu suça ortak olduğunu, çoğunun bu olayı bildiğini ve gizlediğini, söylemediğini düşündükleri için oraya defnedilmemesi yönünde çağrılar ve talepler vardı. Ancak dün Diyarbakır Adlî Tıp Kurumu’nda saat 11:00 gibi başlamıştı, cenâzesi getirilmişti. 10 saat süren otopsi işlemi sonrasında Narin’in Diyarbakır dışında yaşayan ve Diyarbakır’a gelen ağabeyine cenâze teslim edildi. Zâten bugün köyde de âileden mezarın başında bir o vardı. Şöyle bir şey düşünün Ruşen Çakır: Bir çocuk düşünün ki toprağa, okulda olması gereken gün verildi. Bugün okullar açıldı. 3. sınıfa gidecekti. Okulda olması gereken, sırada oturması gereken Narin bugün toprağa verildi. Ve toprağa verilirken ne annesi ne babası ne de köyde birlikte yaşadığı abileri ve amcaları vardı. Çünkü onlar, Narin’in öldürülmesi soruşturmasında dün gözaltına alınmışlardı. Gözaltı işlemleri devam ediyordu onların. Bu nedenle bugün, dediğim gibi, Diyarbakır Vâlisi ve protokol milletvekillerinin de katıldığı bir törenle, Narin Tavşantepe Mahallesi’nde, yani eski adıyla köyünde toprağa verildi.

Ruşen Çakır: Evet, tam da soracaktım. Âilenin büyük bir çoğunluğu, neredeyse hepsi gözaltında. Diyarbakır’da yaşayan abi geliyor, o alıyor, defnediyor. Ve cenâzede tabiî çok önemli, can sıkıcı bir ayrıntı var: Duvak var, tabuta iliştirilmiş. Bu çok tartışıldı. Ben de şahsen çok... Yani, bir okul önlüğü olur, oyuncak olur, başka bir şey olur; ama duvak... Sanki 8 yaşında bir çocuğun en çok özlediği, görmek istediği şey gelin olmakmış gibi, çok rahatsız edici bir durum var. Tabiî ki erkek ağırlıklı bir cenâze oldu. Kadınlar da var, ama erkekler kaldırdı cenâzeyi. Cenâzede herhangi bir sorun yaşanmadı gibi gözüküyor. Öyle mi?
Ferit Aslan: Herhangi bir sorun yaşanmadı. Sâdece, dediğim gibi, cenâzenin teslim edildiği ağabeyinin sözleri vardı: “Allah belânızı versin! Ne istediniz Narin’den?” diye. Kadınların da Narin ile ilgili ağıtları, feryat figanları vardı. O gelinlik ve duvak meselesine gelince de, Narin’in arandığı sırada annesinin köyde televizyonlara verdiği röportajda, Narin’in kendisinden bir gelinlik istediğini, çünkü Narin’in kaybolduğu günden bir veya iki gün sonra Batman’da katılacakları bir yakınlarının düğünü olduğunu ve Narin’in bir gelinliği çok istediğini söylemişti. Herhalde bu da sosyal medyada çok yayılınca, Batman’da bir kişi, annenin bu talebini, Narin’in anneye ilettiği bu talebi üzerine, böyle bir küçük çocuk gelinliği getirmişlerdi. Onu o şekilde mezarının üzerine koydular. Daha sonra da teyzesi, defin işleminden sonra o gelinliği aldı, götürdü. Dediğim gibi, evet, erkek ağırlıklı bir cenâze töreniydi. Defin işlemi bittikten ve erkekler çekildikten sonra, Narin’in teyzesi, köyün dışında yaşayan akrabası olan büyük çoğunluğu kadınlar, daha sonra mezarın başına geldiler ve ağıtlar yaktılar.

Ruşen Çakır: Şimdi bakıyorum, bugün düşen bir bilgi var. Bir kişi diyor ki: “Amca Salim Güran bana bir torba, çuval verdi. Çuvalın içerisinde bir insan vardı, ceset vardı” diye anlatıyor. Akkedüşeli köyünün iç yolunda. Ve ondan sonra demiş ki: “Âileni iyi düşün, sana 200 bin lira para veririm” demiş. Ve bunu alıyor, götürüyor. Bugün, biraz önce adı da belli oldu: Nevzat Bahtiyar adında, Güran âilesine akraba olan birisiymiş. Bunun ifâdesi de var. Ve bugün de Adâlet Bakanı Yılmaz Tunç açıklama yaptı. Bu bilgi üzerine tekrar amca Salim Güran ifâdesi alınmak için mahkemeden götürüldü. Belli ki merkezde bir yerde amca var. Öyle değil mi?
Ferit Aslan: Merkezde amca var, bir de Narin’in bir ağabeyi var. Daha önce kolunda diş ve ısırık izleri bulunan ve sırf bu nedenle İstanbul Adlî Tıp Kurumuna götürülen; ancak aradan geçen zaman nedeniyle o diş ve ısırık izlerinin kime âit olduğu tespit edilemediği raporuyla Diyarbakır’a döndüğü için serbest bırakılan ağabeyi var, öyle düşünülüyor. Az önce sen de yayına başlarken söyledin. Gerçi bir yayın yasağı var, soruşturmada gizlilik var; ama diğer taraftan da bilgiler bir şekilde medyaya sızdırılıyor. Başından beri aslında amca vardı. Niye amca var? Çünkü şöyle bir şey düşün: Yıllardır gazetecilik yapıyoruz, bir mahallede, bir köyde bir olay meydana geldiğinde gazeteci oraya gittiğinde, yetkili gittiğinde bunları karşılayacak ilk kişi kimdir? Muhtardır. Ancak Narin’in kaybolduğu ve amcanın tutuklandığı güne kadar, amcanın bir televizyonda bir açıklaması yok, bir gazeteciye verdiği bir demeç yok. Gazeteciler ilk günlerden îtibâren kendisiyle görüşmek istiyorlar, ancak bu taleplerini reddediyor. “Ben konuşamam, ben toparlayamam, ben bilemem” diye reddediyor. Bu arada tutuklanmadan önce birkaç kez de gözaltına alınıyor, ifâdesine başvuruluyor. Bu ifâdeleri de çelişkili görülüyor. Yani olaydan bir gün önce, olay günü nereye gittiğini, arabasıyla nerelere gittiğini, Narin’in kaybolduğu saate kadar bunları birbirine oturtamıyor. Bu nedenle de birinci şüpheli olarak zâten amca görülmeye başlanmıştı ve amca, Narin’in ağabeyinin kolundaki diş izlerinin kime âit olduğunun tespit edilemediği raporundan sonra gözaltına alındı. Üç gün jandarmada gözaltında kaldı, daha sonra çıkarıldığı mahkemede kasten öldürmek ve hürriyetten yoksun kılmak suçlarından tutuklandı. Gerekçe olarak da şu görülmüştü: Amcanın ifâdelerindeki çelişki; telefonundaki kayıtları, WhatsApp kayıtlarını, Narin’in kaybolduğu güne âit bütün kayıtları silmesi. Üçüncü olarak da, aracında –belki de en önemli delil–, aracının ön koltuğunda Narin’e âit DNA örnekleri bulunmuştu. Bu da Narin’in evdeki elbiselerinden alınan DNA’larla karşılaştırılınca, amca bu gerekçeyle tutuklanmıştı. Hatırlarsın, tutuklandığı zaman da kamuoyunda bâzı tartışmalar yapıldı: “Ortada ceset yok, kasten öldürme suçundan nasıl tutuklanıyor?” diye. Avukatı îtiraz etmişti; “Tutuklamaya îtiraz edeceğiz” demişti. Ardından da işte dün sabah saatlerinde Narin’in cenâzesinin dereden çıkarılması bu tartışmaları da sonlandırmış oldu. Aslında bir nevi de 19 gündür, belki de köyde, belki de görgü tanıkları, belki de bu işte yardım ve yataklık edenlerin 19 gündür geçemediği korku duvarının da dün cenâzenin bulunmasıyla birlikte ben yıkıldığını düşünüyorum.

Ruşen Çakır: 200 bin lira teklif edilen Nevzat Bahtiyar da, jandarma kanalın çevresinde arama yaptığında amca Salim Güran’ın da kanalın içine girerek göstermelik arama yaptığını söylemiş. Yani bir şey var. Bir de tabiî silinen o günün mesajları, WhatsApp mesajları... Önce amcanın mesajı dendi; ama sonra birçok âile ferdinin mesajlarını sildiği ortaya çıktı. Yani kolektif bir olay var sanki.
Ferit Aslan: Şimdi şöyle bir şey Ruşen Çakır. Bir köyde bir çocuk kaybolduğu zaman, ilk başta o çocuğun âilesi, birinci derece yakınları, diğer yakınları, köylüler, komşular, hepsi, gelecek olan arama ekiplerinden önce dağda, taşta, bayırda, tarlada, kanalda her yerde onlar olur. Ama maalesef Tavşantepe köyünde öyle bir izlenim edinmedik. Gittiğimiz gün de, daha sonraki giden gazetecilerden edindiğimiz izlenim de şuydu: Hiç kimse konuşmuyor, sâdece baba konuşuyor arada bir. Baba da yetkililerin yaptığı açıklamayı beklediklerini söylüyor. İşte, kendisine çok sayıda ihbar telefonları geldiği için telefonunu kapatmak zorunda kaldığını söylemişti. Şimdi, bu dün söylediğin kişinin de, muhtarın –aynı zamanda Narin’in amcası oluyor– yanında çalışan bir kişi olduğu söyleniyor. Amcanın, yani muhtarın Narin’in cenâzesini, cesedini battaniye içerisinde getirdiğini ve kendisinin çuvala koyup götürüp dere kenarına bıraktığını söylemiş benim öğrendiğim kadarıyla. Ama şöyle bir şey daha var: Meselâ derede –yanılmıyorsam 28 Ağustos’ta– köyde olduğum gün bir arama yapılmıştı. Dereye iş makinesi girmişti, suyun debisi yüksekti, düşürmek için çalışılmıştı. Ondan sonra, “Derede iki-üç defa daha çalışma yapıldı. Neden bulunamadı?” gibi tartışmalar da gündeme geldi. Ama Narin’in cesedinin derede bulunuş şekline bakıldığında ve Diyarbakır Vâlisi Murat Zorluoğlu’nun dün yaptığı açıklamaya bakıldığında, ceset dereye atılmamış; çuval içinde dereye, suyun içine resmen gömülmüş, görünmesin diye oradaki çalıların altına konulmuş, üstüne de kocaman taşlar konulmuş — ki suyun akıntısıyla birlikte su yüzüne çıkmasın diye. Cesedin uzun süredir su altında olduğu da zâten dün yapılan otopside ortaya çıktı. Yani evet, senin de söylediğin doğru. Bu işten sanki herkesin haberi varmış gibi. Bu işin merkezinde şu anda tutuklu olan Narin’in amcası, aynı zamanda mahalle muhtarı olan S.G. ve Narin’in daha önce kolundaki diş izleri nedeniyle İstanbul Adlî Tıp’a götürülen ağabeyi bulunsa da, yardım ve yataklık etme, suçu örtme, gizleme anlamında çok sayıda kişinin bu işten haberi olduğu görülüyor. Dün önce 21 kişi gözaltına alındı, sonra sayı 24’e çıktı. Şu anda 24 kişinin sorgusu devam ediyor.

Ruşen Çakır: Şimdi dedin ya; “Haberleri var ve gizliyorlar” diye. Geçen bir canlı yayına çıkan Diyarbakır AK Parti Milletvekili Galip Ensarioğlu dedi ki: “Bildiğimiz şeyler var, ama hepsini söyleyemiyoruz”. Ve olayın içerisine, durup dururken… yani zâten insanlar şüpheleniyorlardı ama, olayın siyâsî boyutunu da bize göstermiş oldu. Bu arada, HÜDA PAR’dan bir milletvekili de kalkıp, olayla ilgili, “İsrail, Amerika…” vs. gibi acâyip açıklamalar yaptı. Şu oldu, bu oldu... Şimdi, bu Tavşantepe Mahallesi belli ki DEM Parti’nin falan güçlü olduğu bir yer değil.
Ferit Aslan: Yok. Güran âilesi büyük çoğunlukla burada oturuyor. Güran âlesi de geçmişten bu yana, Refah Partisi’nden beri, daha çok hep sağ partilerde siyâset yapmış insanlar. Aynı âileden bir kişi Diyarbakır merkezde, yanılmıyorsam 90’lı yıllarda Refah Partisi’nden Diyarbakır merkez Yenişehir ilçesinde belediye başkanlığı da yapmış. Son olarak da, yanılmıyorsam bundan bir veya iki yıl önce Saadet Partisi’nin Diyarbakır il başkanlığını yapan kişi de yine Narin’in babasının amcası. Son yapılan seçimlere bakıldığında, âileden AK Parti’nin büyük çoğunlukta yüksek oranda bir oy aldığı, ondan sonra da ikinci parti konumunda da HÜDA PAR’ın olduğu söylendi. Galip Ensarioğlu’nun açıklamalarına gelince, anladığım kadarıyla, tabiî başından beri söyledik, soruşturmada gizlilik var; en sonda da yayın yasağı alındı. Kamuoyu ve gazeteciler bâzı bilgiler biliyor; ancak bizim bildiğimizden çok çok fazlasının devletin ilgili birimlerinde, güvenlik güçlerinde, soruşturmayı yürüten makamlarda olduğunu biliyorduk. Hattâ geçen hafta sen Diyarbakır’a geldiğinde de biz bunu konuşmuştuk. Bize bilgi verilmiyor, kamuoyuna verilmiyor; ama yetkililer bu işe sâhiptir gibi bir durum vardı Diyarbakır’da. Benim anladığım kadarıyla da Galip Ensarioğlu’na da bu yönde bilgiler vermişlerdi. Bence bunları ifâde etmeye çalışırken işin şekli değişti veya ifâde biçimi değişti diye anladım ben ondan. Ama tabiî Diyarbakır’da başından beri, hem soruşturmayı yürüten makamlar hem de yetkililer bu işin âile bağlantılı olduğunu, yani dışarıdan birilerinin gelip o köyde 8 yaşındaki bir kız çocuğunu o köyden kaçırıp başka bir yere götürmesinin mümkün olmadığını başından beri biliyorlardı. Çünkü dediğim gibi, o köyde yaşayanlar, yani mahallede yaşayanlar çelişkili ifâdeler veriyorlardı. Narin’in kayboluş saatiyle ilgili fazla farklı ifâdeler veriyorlardı. Amcanın iki ifâde arasında 12 dakikalık bir süre var, o süre ortada, onu îzah edemiyor. Arabası, yanlış hatırlamıyorsam, Narin’in kaybolduğu saat 18.00 sıralarında okulun güvenlik kamerasına takılmış, hızla geçmiş oradan. Ondan 12 dakika önce de Narin’in bir arkadaşı Narin’i gördüğünü söylemiş orada. Bu çelişkilerle birlikte zâten, yanılmıyorsam, Diyarbakır İl Jandarma Komutanı Tümg. Selçuk Yıldırım, hatırlarsın, 28 Ağustos’ta köyde basın açıklaması yaptığında, o zaman da güvenlik birimlerinin elinde benim anladığım kadarıyla çok güçlü ipuçları ve deliller vardı. Ama ortada bir şey vardı: Narin’in cesedi yoktu. İşte ceset de bulunamayınca, bir türlü birtakım şeyleri herhalde yerine mi oturtamadılar, ne oldu… O konuyu da önümüzdeki günlerde soruşturma aşamalarında göreceğiz.

Ruşen Çakır: Evet Ferit, çok sağ ol. Çok acı bir olay. Bakalım, herhalde mahkeme aşamasına geldiğinde çok daha fazla bilgi ortaya çıkacak. Ama işin içerisinde bir… Bir şey söyleyeceksin galiba, söyle.
Ferit Aslan: Evet, istersen son olarak şunu söyleyeyim: Dün 10 saat süren bir otopsiyle ilgili olarak üç Cumhuriyet savcısının tuttuğu bir tutanak vardı. Kısa kısa notlar aldım, onları da okuyayım. Çünkü önemli bilgiler var burada.

Ruşen Çakır: Tabiî.
Ferit Aslan: Savcı diyor ki: “Moleküler ve genetik incelemeye esas alınarak biyolojik bulgular, sürüntü örnekleri cesedin her noktasından olacak şekilde alındı. Ceset üzerinden alınan örneklerden istismar dâhil her türlü suçu ortaya çıkaracak şekilde örnekler alındı”. Narin’in vücûdundan toplam 91 örnek alınmış ve daha sonra klasik otopsiye geçilmiş. Klasik otopside de ilginç bir durum var; sol bacağının diz kapağından îtibâren koptuğunu belirtiyorlar ve kaval kemiğinin torbanın içerisinde ayrı olduğunu ifâde ediyorlar. Bu kopmanın suda cesedin kalması ve çürümesine mi bağlı, başka bir nedenle olup olmadığının tespîti için İstanbul Adlî Tıp Kurumu’na gönderilmiş. Vücûdunun herhangi bir yerinde bıçak, kesici-delici veya ateşli silâh yaralanması bulunmamış. Vücûdun her yerinden, dediğim gibi, doku örnekleri de alınmış. Ama ceset çürümeye yüz tuttuğu için ve çürüme çok ileri düzeyde olduğu için, ölümle ilgili bir zaman aralığı konusunda bir kanaate varılamamış. Ama hem İstanbul Adlî Tıp Kurumu hem de Diyarbakır’daki Adlî Tıp Kurumu, bu alınan numûneler ve örnekler üzerinde çalışmalarını sürdürecekler. Hazırlayacakları raporla birlikte biz de Narin’in ne şekilde öldürüldüğünü, üzerinde herhangi birisinin parmak izi ya da DNA’sı olup olmadığını hep birlikte göreceğiz Ruşen Çakır.

Ruşen Çakır: Evet Ferit, çok sağ ol. Ferit Aslan’a teşekkür ediyoruz. Diğer konuya geçmeden önce birkaç noktayı özellikle vurgulamak istiyorum. Bu olayda, daha önce de benzer olaylar yaşadık Türkiye olarak maalesef, kamuoyu duyarlılığı çok önemli. Bu anlamda, ilk günden îtibâren Narin'in âkıbetini merak eden Türkiye’nin dört bir tarafından ve yurtdışından insanların çığlıkları ve talepleri çok etkili oldu. Buna rağmen çok uzun sürdü bulunması. Daha ilk andan îtibâren, belli ki 21 Ağustos’ta öldürülmüş olan bir çocuğumuzu, ânında öldürdükten sonra bir dere yatağına koyuyorlar. Ferit de bahsetti; geçen hafta Diyarbakır’a gittim, orada yetkililerle de sohbet ettik. Çok sayıda kişi seferber oldu, iş makineleri vs.. Buna rağmen, alanın genişliği de etkili olsa gerek, bu zamâna kadar gecikti. Nihâyet bulundu; ama maalesef Narin’i kurtarma imkânı olmadı. Burada yayın yasağı getirilmiş olmasının doğru yönleri kesinlikle var. Ama bâzı yerlerden îtibâren bu aleyhte çalışabiliyor. Bu çok hassas bir konu. Dolayısıyla burada çok daha dikkatli olmak gerekiyor. Fakat işin içine siyâsetçiler girince, işin rengi iyice değişiyor. Orada görüyoruz. Ve bunu bir tür kader gibi… Meselâ ne gördük? Çuvalı yerleştiren kişi diyor ki: “Gittim evime, namaz kıldım, sonra arama çalışmalarına katıldım”. Bu çok acâyip bir durum. Ve bunu bir kişi yapmıyor, birden fazla kişi yapıyor. Arama çalışmalarına katılıyorlar; ama olayın ne olduğunu, cansız bedenin nerede olduğunu da biliyorlar. Sonuçta bulunacağı belli, zaman kazanmaya çalışıyorlar ve bunu da birileri normalleştirmeye çalışıyor. Bir de tabiî cenâzeye baktığımızda, işte, duvaklar vs.. Bu aslında Narin’in hayâtını kaybetmesine, katledilmesine yol açan sistemin devâmı gibi. Yani buna, “Bu kadarı da fazla oldu” gibi yaklaşanlar var belli ki. Bir diğer son husus: Bu tür acı olaylarda her zaman olduğu gibi yine bir îdam çığırtkanlığı oluyor. Bunun îdamla vs. ile hallolması mümkün değil. Îdamın uygulandığı yerlerde de, örneğin Amerika Birleşik Devletleri’nin birçok eyâletinde de benzer cinâyetler işlenmeye devam ediyor. Ve biliyoruz ki îdamın bu anlamda caydırıcılığı yok; tam tersine, bu tür olayları gerekçe göstererek getirilen îdam cezâsından, genellikle bambaşka olaylardan dolayı insanların îdam edilmesi yoluna gidiliyor. Bu konuda dikkatli olmak lâzım diyorum.



Erdoğan’ın teğmenlerin yemini hakkında söyledikleri ne anlama geliyor?

Ruşen Çakır
: Ve diğer konumuza geçelim: Teğmenler meselesi. Kara Harp Okulu’ndaki “korsan yemin” meselesi. Ve emekli Kur. Yb. Hakan Şahin ile kaldığımız yerden devam ediyoruz diyorum Hakan Bey. Çünkü geçen hafta olay olunca… Şöyle bir şey olmuştu, hatırlayacaksınız: Kimileri, “Ya, konuşacak bir şey yok” dedi; kimileri bunu çok büyük bir felâket olarak gördü; kimileri de çok büyük sevinç verici bir olay olarak gördü. Ve yayının sonunda ben demiştim ki: “Erdoğan bu tür konularda genellikle susar, sonra konuşur”. Erdoğan, 1 hafta ya da 8 gün sonra konuştu. Nerede konuştu hem de? İmam-Hatipliler Kurultayı’nda konuştu. Bence bunun, bu konuşmanın yapılmasının sembolik anlamı –katılıyor musunuz bilmiyorum– çok yüksek. Ve orada, “Bu kılıçları kime çekiyorsunuz?” dedi, değil mi?
Hakan Şahin: Evet, evet.

Ruşen Çakır: Önce bir videoyu izleyelim. Erdoğan’ı izleyelim isterseniz önce.
Hakan Şahin: Tabiî.

Ruşen Çakır: Erdoğan ne demişti hatırlayalım, sonra devam edelim.
21. İmam Hatipliler Kurultayı’nda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın teğmenler meselesi ile ilgili konuşması:
“Bu ordu milletin ordusudur, bu ordu milletin her bir ferdinden teşekkül eden bir ordudur. Bu ordu milletindir ve milletin gözbebeğidir. Millet olarak, kahraman ordumuzun kahraman mensuplarıyla her zaman gurur duyuyoruz. Şunun da çok net bilinmesini isterim: Ordumuzun tekrar yıpratılmasına izin vermeyiz. Geçenlerde, mâlûm, mezûniyet töreninde bâzı istismarcılar ortaya çıkmak sûretiyle kılıçlar çektiler. Bu kılıçları kime çekiyorsunuz? Şimdi bunlarla ilgili olarak gerekli bütün araştırmalar yapılıyor ve oradaki birkaç tâne kendini bilmez, bunlar da evvelallah temizlenecek. Biz buralara durup dururken gelmedik. Bu 30 kişi olabilir, 50 kişi olabilir, kim olursa olsun, bunların ordumuzun içinde bulunması mümkün değil. Bunları temizleyeceğiz. Ordumuz üzerinden siyâsî hesap görülmesine müsaade etmeyiz. Tüm dünyada üstün disipliniyle bilinen ordumuz, içinde buna zarar verecek bir durumu görmezden gelmez, demokratik denetim mekanizmaları çerçevesinde gerekli adımları mutlaka atarız ve atacağız.


Ruşen Çakır: Evet Hakan Bey, “temizlenme, temizlenecek” diyor, “istismarcılar” diyor, “30-50” diyor. Ve “Bu disiplin…” diyor. Şimdi, bütün hepsine berâber baktığımızda, öncelikle şunu sormak istiyorum: Burada bir disiplin sorunu var galiba. Geçen hafta konuştuğumuzda siz de bunu söylemiştiniz. Ama Erdoğan’ın bu öfkesi sâdece disiplinsizlik değil galiba; olayın çok ciddî bir siyâsî boyutu da olsa gerek, değil mi?
Hakan Şahin: Evet, sesim gelebiliyor mu acaba? Duyabiliyor musunuz?

Ruşen Çakır: Evet, duyuyorum.
Hakan Şahin: Tamam. Şimdi bu konuyu disiplin ve askerî disiplin açısından değerlendirenler oldu. Daha büyük ölçekte, siyâsal bir soruna da işâret ettiğini söyleyenler de oldu. Şimdi, tabiî işin içine Cumhurbaşkanı’nın, ondan önce MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin girmesiyle birlikte, olay siyâsî bir nitelik kazanmış oldu aslında. Cumhurbaşkanı’ndan önce Devlet Bahçeli de benzer soruları sormuştu. Hattâ biraz daha sert bir soru olarak, Cumhurbaşkanı’nın “Bu kılıçları kime çekiyorsunuz?” sorusuyla paralellik gösterecek şekilde, “Zâten resmî olarak kanunlarda geçen bir yeminin yanında paralel başka bir yemini edenlerin amacı nedir? Ne yapmaya çalışmaktadırlar?” şeklinde. Dolayısıyla koalisyonun her iki ortağı da konuyu sâdece bir askerî disiplin sorunu olarak görmediklerini, daha büyük çapta siyâsal bir soruna işâret ettiğini ortaya koymuş oldular. Benim fikrimi soracak olursanız, gerçekten de bu olay, hani salt ne bileyim, işte içtimâya geç çıkmak gibi, işte pantolonu ütüsüz olmak gibi bir disiplin sorumluluğundan daha ötede bir şeylere işâret ediyor bence de.

Ruşen Çakır: Siyâsî olduğunu, evet, görüyoruz ve muhâlefet sâhip çıkıyor. Özellikle Ekrem İmamoğlu ne dedi? “ ‘Mustafa Kemal’in askerleriyiz’ demeye devam edin” dedi. Başka partilerden de destek var. Ama bir tarafta da şöyle bir şey var, tabiî ki iktidar böyle –ben dün yazmaya çalıştım bu konuyu, gördünüz mü bilmiyorum–, Erdoğan’la yolunu ayırmış olup tekrar onunla yaklaşmak isteyenler de bu olaya “askerî vesâyete karşı mücâdele” üzerinden tekrar destek verdiler. Şimdi bu olay hakîkaten bir askerî vesâyet tartışmasını yeniden doğuracak bir olay mıdır?
Hakan Şahin: Şöyle, yani bu olayı askerî vesâyetten daha da ötede, askerî darbeler açısından, yani askerî darbe kavramıyla birlikte düşünenler de oldu. Fakat, herhalde Ekrem İmamoğlu demişti: Durup durup her şeyi bir askerî darbeye bağlamaya bence de gerek yok. Yani bu olayı hemen bir darbe, “Acaba bir darbe mi olacak? Çocuklar darbe vesîlesi mi?” gibi bir tartışma zeminine çekmeye gerek yok. Bir askerî vesâyet zemininde tartışılabilir mi? Bence o da tartışmalı. Bence tartışmayı yürüteceğimiz çerçeve şu olmalı — geçen yayınımızda da konuşmuştuk ve yazdığım iki yazımda da buna değinmeye çalışmıştım: Acaba ne oldu da durup dururken birdenbire 2024 yılında, 2016 yılından beri Millî Savunma Üniversitesi şemsiyesi altında, sivil bir rektör, sivil dekanlar, sayıları epeyce artırılmış sivil öğretim elemanları, siyâsî iktidârın tümüyle denetiminde, onların denetimine tamâmen açık bir askerî komuta heyeti altında eğitimlerini sürdürmekte olan, 8 yıldır Kara Harp Okulu’ndan böyle bir şey ortaya çıkabildi? Sorulardan bir tânesi bu. İkinci ve üçüncü soru da bence şu gözlerden kaçan; şimdi, Kara Harp Okulu’nda bu yemin edildikten sonra, hemen ertesi gün, 31 Ağustos günü Deniz ve Hava Harp Okulları'nın mezûniyet töreni de vardı ve Cumhurbaşkanı oradaki törenlere de katıldı. Acaba Harp Okulu’ndaki bu ikinci yemin olayı toplumda bu kadar tartışmaya açık olmasaydı veya tartışılmamış olsaydı veya siyâsetten başka bir reaksiyon gelmiş olsaydı, Hava ve Deniz Harp Okulu öğrencileri de bu yemini edecek miydi? Bu yeminin edilebilmesi Kara Harp Okulu’na özgü bir şey mi, yoksa Deniz ve Hava Harp Okulları tarafından da Kara Harp Okulu mezunu teğmenlerin paylaştığı bir tür sesini duyurma, Ahmet Zeki Üçok’a konuşan devre birincisi Teğmen Ebru Eroğlu’nun söylediği gibi acaba kendileri hakkında kamuoyunda ve medyada çıkan “Harp Okulu’na alınan öğrencilerin tamâmına yakını tarîkat referanslı, belli siyâsî partilerden referanslı kişiler” gibi bir algıyı yıkmak adına mı böyle bir şey konuştular? Eğer böyleyse, Deniz ve Hava Harp Okulları’ndaki durum acaba neydi gibi yan soruların türetilmesi de mümkün burada.

Ruşen Çakır: Geçen yayında siz 400, yaklaşık 400 demiştiniz. İlk görünen videoda böyle bir hava vardı; ama sonra arkadaşlar bir başka video gösterdi, orada sanki çok daha fazla kişi olduğu gözüküyor. 960 mezun muydu, 940 mıydı?
Hakan Şahin: 960 galiba.

Ruşen Çakır: Evet, 960 Kara Harp Okulu’ndan mezun teğmen ve bunların bayağı bir kısmı bu yemine katılıyor. Ve şimdi bir soruşturma var, Erdoğan “30-50” gibi rakamlar telaffuz ediyor. Her halükârda belli ki birilerinin canı yanacak, öyle gözüküyor.
Hakan Şahin: Evet. 

Ruşen Çakır: Bu nasıl etkiler kara subaylarını? Çünkü sonuçta bunların belli bir aşamada elene elene, bâzıları şu oluyordur, bu oluyordur; ama belli bir albaylık vs. rütbesine gelene kadar, önemli bir kısmı ordunun ihtiyâcı aynı zamanda.
Hakan Şahin: Tabiî. Sâdece karacılar açısından değil, hava ve deniz kuvvetleri açısından da bunun sonuçları olacaktır. Cumhurbaşkanı’nın açıklamasından sonra dün Hürriyet gazetesinde önemli bir yazısı vardı Nedim Şener’in. Orada bu yürütülen soruşturmayla ilgili muhtemelen Millî Savunma Bakanlığı ve MİT kaynaklarından alındığı anlaşılan bilgiler vardı. O bilgiler önemliydi bence. Onları biraz paylaşarak sorunuza cevap vereyim. Nedim Şener’in o yazısına göre, Millî Savunma Bakanlığı’nda bu soruşturmanın ön hazırlığını yürüten kaynaklardan aldığı bilgilere göre, Millî Savunma Bakanlığı’nın görüşü şu şekilde: Yemin metninin içeriğinden veya “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sözünün içeriğinden ziyâde, bu yeminin ve bu işte tırnak içinde “slogan”ın, bu Harp Okulu mezunu teğmenler tarafından, tartışmalara yol açılacağını bile bile –bu ifâde Millî Savunma Bakanlığı kaynaklarına âitmiş–, bunu bile bile nasıl oldu da böyle bir şey yapabildiler? Bunu kendi akıllarınca yapamayacaklarına göre… Bu da Millî Savunma Bakanlığı kaynaklarının görüşüymüş. Yani teğmenlerin kendiliklerinden böyle bir şey yapamayacakları gibi bir varsayımı var Bakanlığın. Bunu yapamayacaklarına göre, onları böyle bir şeyi yapmaya teşvik eden veya böyle bir şeyi organize eden kişi veya kişiler kimler? Bunların da araştırıldığını söylüyor. “Organize etme” kelimesinin Millî Savunma Bakanlığı açısından ifâde ettiği anlam, anladığım kadarıyla şu, şunlara dikkat çekiyor Millî Savunma Bakanlığı, birincisi şöyle diyor: “Resmî tören sona erdikten hemen sonra hoparlörden yapılan bir çağrıyla teğmenler oraya yemin yapmak üzere çağrılıyorlar” diyor. İkincisi: “Daha önceden prova yapıldığı intibâı uyandıracak şekilde düzenli bir şekilde ‘U’ harfi şeklinde düzen alıyorlar. ‘U’nun açık tarafında Tğm. Ebru Eroğlu yer alıyor. Bu da önceden provası yapıldığı intibâı uyandırıyor ve yemin metnini ezberden okuyor Tğm. Ebru Eroğlu. Nerede duracağı, hangi kelimelerden sonra duracağı sanki önceden çalışılmış gibi…” diyor. Uzatmayayım daha fazla. Bâzı olgular üzerinden giderek, Millî Savunma Bakanlığı, bunun önceden çalışılmış olduğu, prova edilmiş olduğu, o sırada ortaya çıkan doğaçlama bir şey olmadığı yönünde bir kanaate sâhip olduğunu söylüyor. Yine Nedim Şener’in haberine göre, olayı sâdece bu boyutu bakımından, yani organize eden veya teşvik edilmesini sağlayan kişiler varsa bunların ortaya çıkartılması bakımından da Millî İstihbârat Teşkîlâtı’nın da işin içinde olduğunu söylüyor. Tabiî bütün bunlar, yani işin içinde MİT’in olması vs.. Bu teğmenler, yani oraya katılan, işte sayıları muhtemelen benim bugüne kadar zannettiğimden biraz daha fazla. Herhalde 500-600 olması lâzım, belki de tamâmıdır, bilemiyorum. Böyleyse, tamâmı atılamayacağına göre bu teğmenlerin… Cumhurbaşkanı rakam olarak iki yerde rakam zikrediyor: Bir yerde “30-50” diyor, bir yerde de “Birkaç tâne” diyor. Dolayısıyla, anladığım kadarıyla bir cezâlandırma yani Silâhlı Kuvvetler’den ayırma yoluyla bir cezâlandırma yoluna gidecek Erdoğan. Ama bu sayının kaç olacağı, yani 2-3 mü olacak? Sâdece organize eden veya organize edenlerle temasta olan birkaç kişi, 2-3 kişi mi olacak? Yoksa biraz daha sayıyı genişleterek 30-40-50 gibi bir rakam mı olacak? Eğer öyle olacaksa, bu 30-40-50’nin özelliği ne olacak? Bunu neye göre tespit edeceklerini bilmiyorum. Fakat sayı kaç olursa olsun, ister 5 olsun ister 40 olsun, bu, Silâhlı Kuvvetler’in o döneminin 960 rakamı içerisinde görevi vs.’yi yapma açısından bir eksikliğe yol açacak kadar büyük bir rakam değil. Ama şu sonuç bakımından çok daha önemli bir olay olacaktır, yani rakamın ötesinde; böyle bir cezâlandırma yapıldığı zaman, bu hem bu teğmenlerin tümüne hem de bütün bir subay kitlesine, bütün Türkiye’nin her yerinde bulunan, Edirne’den Kars’a, Hakkâri’ye kadar, kıtalarda, birliklerde, Deniz Kuvvetleri’nde, Hava Kuvvetleri’nde, jet üslerinde, harp gemilerinde bulunan bütün bir subay kitlesine, böyle bir şeye, buna benzer herhangi bir şeye bundan sonra tevessül etmeyi düşünmenin artık imkânsız hâle gelmesi gibi bir sonuç doğuracaktır. Bu kötü bir şey midir, iyi bir şey midir? O konuya girmiyorum şimdi. Yani böyle bir şeye girmeyi düşünmek iyi midir, kötü müdür demiyorum; fakat somut beklenen sonucun bu olacağını söylüyorum. Büyük bir ihtimalle, bu, aynı zamanda şöyle bir şeye de yol açacak: Şimdi bildiğimiz gibi, siz geçen yayında dikkat çekmiştiniz, Jandarma Genel Komutanı emekli olan Org. Arif Çetin’in emekli olurken yaptığı bir konuşma vardı. O konuşmanın içeriği tümüyle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın cumhurbaşkanı kimliğinden ziyâde, sanki böyle şahsına yönelik bir sadâkat belirten bir konuşma gibiydi. Benzer bir doğaya, benzer bir kokuya sâhip birtakım sosyal medyada da dolaşan bâzı konuşmaları yapan korgeneral, orgeneral ve tümgeneral rütbesinde komutanlar da oldu. Dolayısıyla bu generaller, amiraller kitlesiyle bu teğmenler, genç subaylar arasında sanki hem nesil, kuşak farkından kaynaklanan, hem de bir siyâsî pozisyon alma, siyâset makamıyla ve siyâsî kurumlarla ilişkisini, mesâfesini belirleme bakımından bir farklılık olduğu çok açık bir şekilde anlaşılıyor. Yani bir yanda bu teğmenleri düşünelim, bir yanda da Jandarma Genel Komutanı Arif Çetin’i düşünelim. Konuşmadaki ton farkı ve verdiği mesajlardaki içerik farkı çok belirgin. Dolayısıyla bu teğmenler kıtalara çıktıkları zaman belirli bir bagajla birlikte çıkmış olacaklar. Muhtemelen kendi emsâli genç subaylar onları hoşgörüyle, belki “alkışla” karşılayacaktır; ama daha yüksek rütbelerde soru işâretleriyle karşılaşacaklarını ve onların kariyerlerine birazcık daha birkaç adım geriden başlayacaklarını düşünüyorum ben.

Ruşen Çakır: Hakan Bey, çok sağ olun. Konuşacak daha çok şey var, ama bir yerde duralım, çünkü çok hassas da bir konu. Özellikle bu genç teğmenlerin geleceği üzerine çok analiz yapmak da istemiyorum açıkçası. Siz de anlıyorsunuzdur ne demek istediğimi.
Hakan Şahin: Ben bunların hiçbirisinin olmamasını umarım. Geçen yayınımızda da söylemiştim: Bu, teğmenlerin kendilerini de aşan bir olay hâline geldi. Dolayısıyla teğmenleri aşan bu olayın, teğmenleri aşan bir akılla, aklıselimle ve sağlıklı bir devlet aklıyla, suhûletle çözülmesi gerekiyor. Yani dört yıl Harp Okulu’nda okumak kolay bir şey değil. Bir kişi bile olsa bu cezâlandırmaya maruz kalacak teğmen sayısı, o kişi açısından, onun anne babası ve âilesi açısından travmatik bir olay. Dolayısıyla ben bir kişinin bile böyle bir sonuçla karşılaşmamasını dilerim.

Ruşen Çakır: Çok sağ olun Hakan Bey. Çok teşekkürler.
Hakan Şahin: Ricâ ederim.

Ruşen Çakır: Evet, Hakan Şahin’le konuştuk teğmenleri.



Reşit Kibar neden öldürüldü? Ayşegül Karagöz olay yerinde

Ruşen Çakır
: Şimdi benim memleketime uzanıyoruz, Hopa’ya uzanıyoruz. Ayşegül Karagöz karşımızda. Hopa’da 3 Eylül’de yaşanan olaylarda Reşit Kibar hayâtını kaybetti.  Ayşegül bize orada neler olduğunu anlatacak. Dedim, ama Ayşegül'ü göremiyorum. Evet, tekrar söyleyeyim: 3 Eylül’de Cankurtaran bölgesinde, Hopa-Borçka arasında ağaç kesimine direnen köylülere şirket ateş açtı ve orada Reşit Kibar hayâtını kaybetti. Daha sonra onun cenâzesinde konuşma yapan Dursun Ali Koyuncu da polis tarafından gözaltına alındı ve tutuklandı. Evet, Ayşegül bağlandı mı?
Ayşegül Karagöz: Evet, Ruşen Çakır seni duyabiliyorum. Beni duyabiliyor musun?

Ruşen Çakır: Evet, duyuyorum. Memleketime çok selâmlar. Görüntün olmayacak mı?
Ayşegül Karagöz: Görüntümün olması gerekiyor. Teknik bir aksaklık var sanırım.

Ruşen Çakır: Şu anda ben göremiyorum da onun için. Geliyormuş görüntü. Siz Reşit Kibar’ın âilesine gittiniz, değil mi?
Ayşegül Karagöz: Evet.

Ruşen Çakır: Neler oldu? Bir anlat bakalım.
Ayşegül Karagöz: Şimdi ilk önce şuradan başlayalım Ruşen Çakır: Şu anda Hopa’da, Cankurtaran mevkiinde yapılmak istenen mesîre alanının olduğu bölgedeyiz. Burada Reşit Kibar’ın öldürüldüğü yerdeyiz şu anda. Senin de dediğin gibi, biz bugün aslında Reşit Kibar’ın âilesiyle görüşmek için Hopa’ya geldik. Reşit Kibar’ın eşi bu durumlardan çok fazla etkilendiği için ve mental olarak kendini röportaj yapmaya hazır hissetmediği için bizimle konuşmadı, ancak kardeşi Şükrü Kibar ile konuştuk. Az önce, yaklaşık 15-20 dakika önce kendisiyle röportaj yaptık. Tabiî ki acılıydı, üzgündü; olanlara o da anlam veremiyor, ama aslında bir noktada da yaşanan olaylara çok tepkiliydi, çok öfkeliydi. Ama onun öncesinde, Reşit Kibar’ın kardeşine gelmeden önce bir şey göstermek istiyorum size. Burada Reşit Kibar’ın bir fotoğrafı var. Birkaç gün öncesinde burada çeşitli dernekler gelerek Reşit Kibar’ı andılar. Buraya fotoğrafını yerleştirdiler, bir fidan diktiler. Aynı zamanda bundan 13 yıl önce polisin sıktığı biber gazıyla hayâtını kaybeden Metin Lokumcu da anıldı. Daha birkaç gün öncesinde Diyarbakır’da kaybolan Narin’in de fotoğrafı konuldu ve anıldı. Burada anıldı. Şurada görmüş olduğunuz bir ağaç var, ağacın üzerinde “Alçaklar” yazıyor. Bu da yaşanan olaydan sonra buradaki köylü halkı tarafından yazılmış, “Alçaklar” kelimesi. Hemen şuraya dönelim istiyorum. Aslında Reşit Kibar burada, bu mevkide hayâtını kaybetti. Burada yaşanan arbedede hayâtını kaybetti. Şurayı göstermesini ricâ edeceğim kameraman arkadaşımdan. Şu görmüş olduğunuz alanda Reşit Kibar vuruldu. Neden vuruldu? Biliyor musunuz aslında yıllardır Türkiye’nin dört bir yanında, doğusundan batısına, Ege’sinden Marmara’sına kadar, özellikle Karadeniz bölgesinde doğa katliamlarını ve verilen doğa mücâdelesi haberlerini sıklıkla görüyoruz. Haftalardır da aslında Hopa’nın Cankurtaran mevkiinde, bu köyün olduğu alanda köylüler bir mücâdele veriyordu. Bu mücâdele de aslında buraya yapılması planlanan bir mesîre alanına karşıydı. Köylüler bu mesîre alanına karşı çıkıyordu. Ama aslında köylüler turizme karşı çıktıkları için değil, buradan rant elde edilmek istendiği için bu alana yapılması istenen projeye karşı çıkıyorlardı. Aslında köylülerle konuştuğumuzda da bugün bize verdikleri cevaplar da netti: “Biz turizme karşı değiliz, sâdece buradan çıkar elde edilmesine ve ağaçlarımızın yok pahasına kesilmesine karşı çıkıyoruz. Çünkü bizim doğamızı elimizden almaya çalışıyorlar” diyorlardı. Burada birkaç köylüyle konuştuk gittiğimizde. Ancak şunu da belirtmek gerekiyor: Şimdi okullar açıldı ve aynı zamanda insanlar köydeki evlerini biraz daha tâtillik olarak kullandıkları için köyde çok fazla insan bulamadık; geneli Çarşı dedikleri yerde yaşıyorlardı, arada sırada buraya geliyorlardı. Ancak orada konuştuğumuz iki köylü de bize şunu söyledi: “Biz aslında turizme karşı değiliz. Sâdece buranın ranta açılmasına karşıyız. Bir tâne Reşit ölür, bin tâne Reşit gelir. Bir tâne Metin Lokumcu ölür, bin tâne Metin Lokumcu karşıdan gelir. Biz çoğalırız” diyorlardı aslında. Hemen şurada da görmüş olacağınız gibi, Reşit Kibar burada hayâtını kaybetti. Neden kaybetti? Burada ağaç kesimini engellemek için buradaki şirket sâhipleriyle görüşüyorlardı ve şirket sâhipleriyle belli konular üzerinden anlaşmaya varmaya çalışıyorlardı. O gün orada Ersen Koyuncu ile Gökhan Koyuncu da vardı ve etrafında birkaç kişi daha vardı. Onlar burada bulunan Muhammet Ustabaş ile bazı konuları konuşuyorlardı. O esnâda bir arbede çıktı. O arbede esnâsında Muhammet Ustabaş havaya birkaç el ateş etti. Bu esnâda ortalık karıştı ve Reşit Kibar ortalığı sâkinleştirmeye çalışırken Muhammet Ustabaş tekrardan orada bulunan Ersen Koyuncu ve Gökhan Koyuncu’yu yaraladı ve Reşit Kibar da ağır şekilde yaralandı. Köylülerin iddiasına göre, aslında Reşit Kibar burada öldürüldüğünde, yani yaralandığında jandarma ekipleri burada bulunuyordu ve buradaki alanda olanlara şâhit oluyordu. Ama buna rağmen, jandarma ekiplerinin müdâhale etmediğini ve Reşit Kibar’ın aslında olay yerinden hastâneye gidene kadar hayâtını kaybettiğini söylüyorlar. Aslında bütün olan durum bu. Buradaki ağaç katliamını durdurmak ve yapılmak istenen bungalov tarzı turizme açılmak istenen bu alana ve doğa katliamına karşı çıkıyorlardı. Bugün Şükrü Kibar’la konuştuk; kendisi hem üzgündü hem de aslında röportaj vermek istemiyordu ilk başlarda. Çünkü yaşanan bütün olaylardan çok fazla etkilenmiş durumdalar. Ama altını çizerek söylemek istiyorum: Adâlet mücâdelesinin peşini bırakmayacaklarını ve bu adâlet mücâdelesinde birinci sırada olacaklarını söylemişlerdi. Biliyorsunuz, birkaç gün öncesinden de Dursun Ali Koyuncu tutuklandı. Tutuklanmasının sebebi de Reşit Kibar’ın hastâneye götürüldüğü esnâda yaptığı bir konuşma. Orada kaymakama hakaretten ve orada tuttukları bir pankartta yazılan bir yazıdan tutuklandı. Artvin Cezâevi’nde bulunuyor. Aynı zamanda Muhammet Ustabaş da Artvin Cezâevi’nde, ancak farklı koğuşlarda bulunuyor.

Ruşen Çakır: Ayşegül, beni duyuyor musun? Şimdi bir nefes al önce. Şöyle söyleyeyim: Vuran da aslında Reşit Kibar’ın komşusu, arkadaşı.
Ayşegül Karagöz: Aslında arkadaşı.

Ruşen Çakır: Arkadaşı üstelik, yani vuran da.
Ayşegül Karagöz: Berâber yemek yedikleri, berâber sohbet ettikleri, bir üst tarafında oturan komşusu. Bugün Muhammet Ustabaş’ın ve oradaki diğer traktör sâhiplerinin evlerine de gittik. O taraflarda köylü halkının öfkesi nedeniyle evleri biraz dağılmıştı, camları kırılmıştı. Orada bulunanlar tepki göstermişlerdi. Hattâ Muhammet Ustabaş’ın kardeşinin, abisinin bulunan kereste fabrikası da köylü halkının öfkesi nedeniyle ateşe verilmişti.

Ruşen Çakır: Şimdi, adâleti sonuna kadar isteyecekler, bunu biliyoruz. Ama biliyoruz ki daha yeni Metin Lokumcu Dâvâsı sonuçlandı ve bütün polisler beraat etti. Tabiî burada böyle olmayacaktır muhtemelen; ama yine de insanların çok fazla güvendiğini sanmıyorum. Ne dersin?
Ayşegül Karagöz: Aslında bu biraz daha karmaşık bir konu olabilir; çünkü Türkiye’de adâlet biraz daha ucu açık bir kavram. Metin Lokumcu Dâvâsı’nda da aslında bunu gördük. Ortaya çıkan sonuçtan bunu gördük. Yani ortaya çıkacak olan adâlet sonucunun ne olacağını elbette ki bilmiyoruz, ilerleyen süreçlerde göreceğiz. Ama kardeşinin bize söylediği, bu var olan projeye imzâ atan yetkililerden tutun, o gün orada bulunan herkese kadar, herkesin yargılanmasını ve gerekirse tutuklanmasını, bu tutuklanmanın da tâbiri câizse hapishânede ölene kadar devam etmesini istiyorlar. Yani bir adâlet umutları var. Metin Lokumcu Dâvâsı’ndaki gibi olur mu? Bunu ilerleyen süreçlerde göreceğiz. Ama ben kardeşinin konuşmasından anladığım kadarıyla bu işin peşi bırakılmayacak. Ancak şu an ilk öncelikleri Dursun Ali Koyuncu’yu hapishâneden çıkarmak ve onunla mücâdeleye devam etmek. İlk amaçları şu anda bu. Ardından, abisinin yani Reşit Kibar’ın adâlet mücadelesini yürütecekler. Ben umutlarının olduğunu söyleyebilirim. Bir adâlet mücadeleleri var ve bunu devam ettirecekler. Bunun sonucunu alacaklarına da inanıyorlar; çünkü henüz öfkeleri dinmemiş durumda. Biraz daha sâkin, biraz daha ılımlı hareket etmeye çalışıyorlar. Diğer tarafa koz vermemeye çalışıyorlar. Çünkü biliyorsunuz, çok riskli bir konu, aynı zamanda hassas bir konu. Dursun Ali Koyuncu yaptığı bir konuşmadan dolayı tutuklandı; kamuya hakaret, kamu görevlisine hakaret ve kamu malına zarar vermekten tutuklandı aslında. Bu yüzden biraz daha temkinli hareket ediyorlar. Ama ben adâlet mücâdelesinden bir beklentileri olduğunu ve ufak da olsa bir umutları olduğunu söyleyebilirim.

Ruşen Çakır: Şimdi orada hemen yanı başında, Arhavi’de köylülerin ve aslında tüm Arhavililerin mâdene karşı bir mücâdelesi var. Daha önce başka olaylar yaşandı. Cankurtaran’daki olaya baktığımız zaman, ilk başta bir turizm yatırımı gibi gözüküyor. Ama senin de söylediğin gibi, orada yaşayan insanlar bunu, turizm diyerek mâden vs. gibi başka bir şeye kapı aralamasından şikâyet ediyorlar ya da endîşe ediyorlar. Şu hâliyle bakıldığı zaman anladığım kadarıyla şirket geri adım attı, değil mi?
Ayşegül Karagöz: Evet.

Ruşen Çakır: Şu anda merhum Reşit Kibar’ın istediği olmuş gibi gözüküyor an îtibâriyle; ama yarın ne olacağı belli değil. Şunu çok net söyleyebiliriz, ben de oralı birisi olarak biliyorum: Bizim memleketin insanları böyle şeyleri sonuna kadar tâkip eder. Sen de bunu söylüyorsun. Bir kararlılık var, değil mi?
Ayşegül Karagöz: Yani şöyle söyleyebilirim; Reşit Kibar öldürüldükten bir gün sonra şirket, Yapısoy Şirketi açıklama yapmıştı. Hem başsağlığı diledi, hem de bir insan canının önemli olduğunu söyleyerek var olan projeden çekildiklerini açıklamışlardı kamuoyuna. Böyle bir bilgilendirme yapmışlardı. Bunun köylü tarafında, halk tarafında çok bir karşılığı yok açıkçası, bunu söyleyebilirim. Yani yaptıkları başsağlığı mesajının veya geri çekilmelerinin bir anlam ifâde ettiğini düşünmüyorum. Köylüler de bunu söylüyorlar zâten. Çünkü hatırlarsınız, Metin Lokumcu Dâvâsı da senelerce sürdü. Zâten şu da çok trajikomik: Metin Lokumcu Dâvâsı’yla Reşit Kibar’ın öldürülme günü aslında aynı haftaya denk geldi. İkisinin de mücâdelesi ortaktı. İkisi de aslında doğa katliamına karşı, doğayı savunmak için hayatlarını kaybettiler, mücâdele ettiler, direndiler. Bu ne kadar uzun sürecek bir dâvâ olsa da, buradan aldığımız izlenim, buradaki hava, buradaki koku, aslında bu mücâdelenin kısa sürede bitmeyeceğini ve uzun vâdede istedikleri sonuca ulaşacaklarını gösteriyor bana.

Ruşen Çakır: Ayşegül, çok teşekkürler. Oralara, benim memleketime benden selâm götür.




Ayhan Bora Kaplan Dâvâsı’ndaki durumu Mahir Bağış anlatıyor

Ruşen Çakır
: Ayşegül’le Hopa’dan şimdi Ankara’ya geçelim. Son konumuz olarak, Mahir Bağış bize Ayhan Bora Kaplan Dâvâsı’nı anlatacak. Bağlandı mı Mahir? Ben ne zamandır böyle yayın yönetmediğim için biraz zorlanıyorum. Bakalım. Evet, Mahir bağlandı. Mahir, duyuyor musun beni?
Mahir Bağış: Merhaba Ruşen Çakır, duyuyorum.

Ruşen Çakır: Önce seni bir tebrik edeyim. İzleyicilerimize söyleyelim; sen geçen hafta evlendin, bir hafta dinlendin ve tekrar sabahın köründe çalışmaya başladın. Tebrik edelim.
Ayhan Bora Kaplan Dâvâsı ilk başladığında, başlamadan önce çok büyük beklentilere yol açmıştı Mahir. Ama daha sonra, ilk oturumlar yapıldıktan sonra, bunun pek de beklentileri karşılamadığını sen bizzat yerinde gördün. Şimdi, kaldığımız yerden devam ediyoruz. Yeniden başladığı hâliyle çok kabaca söyleyeceğim — hani ben biraz Mehmet Ali Birand gibi yapayım, rahmetliyi çok severdim: Bundan bir şey çıkar mı?
Mahir Bağış: Öncelikle tebrîkin için teşekkür ederim Ruşen Çakır. Hemen sorunuza cevap vermek gerekirse, dâvâ farklı yollara doğru sevk oldu. Hatırlarsınız, bu dâvânın bir 2 numaralı sanığı vardı: Serdar Sertçelik. Bu sanık aynı zamanda M7 koduyla dâvâdaki gizli tanıklardan biriydi. O kendini ifşâ etti ve dönemin Ankara Emniyet Müdür Yardımcısı ve dönemin Organize Şube Müdürü Yardımcısı’yla görüşmelerini YouTube’da yayınlamıştı. O günden sonra bir fırtına koptu Türkiye siyâsetinde. Özellikle bu fırtınayı koparanlar MHP lideri Devlet Bahçeli’ydi. Hükûmete bir darbe operasyonu olarak değerlendirmişti Devlet Bahçeli bunu. Benim sesimi alabiliyor musunuz Ruşen Çakır?

Ruşen Çakır: Evet, kesik kesik geliyor ama alıyorum. Bir şey var, kesinti oluyor arada.
Mahir Bağış: Çok fazla rüzgâr var burada. Sonbahara girdik, Ankara'da bir sonbahar günü gerçekten yaşamaya başlamışız. O rüzgârdan da kaynaklı olabilir. Biraz daha bağırabilirim. Eğer sesim kesilmeye devam ederse, kulaklığı çıkarıp hoparlörden de konuşabilirim.

Ruşen Çakır: Önemli değil. Şimdi sen Sinan Ateş Dâvâsı’nı da izledin. Orada da benzer bir olay yaşandı. İki dâvâya da çok önem atfedildi ve iki dâvâda da dağ fare doğuruyor sanki. Ne dersin, ikisini de yakından görmüş birisi olarak?
Mahir Bağış: Evet, ikisini de yakından tâkip etmiş bir muhâbir olarak, henüz mesleğin yeni başlarında bir muhâbir olarak, dağ fare doğurdu, evet. Şöyle bir benzetme yapmak mümkün Ruşen Çakır. Sinan Ateş Dâvâsı’nın, Ayhan Bora Kaplan Dâvâsı (…) aynı kişilerden oluşuyor. Bu da insanlarda adâlet duygusunu zedeleyebiliyor. Adâlet duygusunun gelmeyeceğini, adâlet duygusunun nereden çıkacağına dâir insanların kafasında soru işâreti yaratıyor.

Ruşen Çakır: İstersen…
Mahir Bağış: Çok özür dilerim, kısaca söylemek gerekirse iki saatten fazla konuştu ve söylediği şeylerin hiçbirinde karşı tarafın iddialarını çürütücü bir beyan yoktu.

Ruşen Çakır: Mahir, seni daha fazla yormayayım. Çünkü bağlantıda bir sorun oluyor. Sen bunun haberini zâten yapacaksın. Çok teşekkürler. Ama şurası muhakkak: İki tane dâvâ, iki büyük olay, siyâsî yönü olduğu belli iki büyük olay ve ikisinin de siyâsetten arındırılmış, daraltılmış bir şekilde süren duruşmalarını yaşıyoruz. Sinan Ateş Dâvâsı ne zaman tekrar kaldığı yerden devam edecek?
Mahir Bağış: Sinan Ateş Dâvâsı Eylül ayının sonunda, 29 Eylül’de devam edecekmiş Ruşen Çakır. Bunu da izleyeceğiz Medyascope olarak. Orada da açıkçası şöyle bir yorum yapmak mümkün: Dâvânın son duruşması olacağına dâir ciddî yorumlar dolaşıyor.

Ruşen Çakır: Evet, onları o zaman tekrar konuşuruz. Çok teşekkürler Mahir, kolay gelsin.
Evet, böyle bir şeye ilk defa başladık, birtakım küçük sorunlar yaşadık. Ama olur böyle şeyler. Bağımsız gazetecilik yapmak kolay olmuyor. Ama özellikle şunu söyleyeyim özellikle: Bu yayının başında Narin ile başladık, maalesef Narin Güran olayıyla, o acıyla başladık ve arkadaşımız Ferit Aslan, Diyarbakır temsilcimiz Ferit Aslan bize bütün olayın detaylarını yerinden izlemiş bir gazeteci olarak anlattı. Çok önemli şeyler söyledi. Ama şöyle bir realite var: Türkiye’de birçok medya kuruluşu hâlâ Diyarbakır’da, Diyarbakır gibi önemli bir yerde temsilci bulundurmuyor –ki Narin olayı bambaşka bir olay, maalesef çok üzücü bir olay–; ama Diyarbakır Türkiye’de haberin, birçok haberin kaynağı olan bir yer. Burada gazeteci bulundurmuyorlar, temsilci bulundurmuyorlar. Niye yapıyorlar, neden yapıyorlar, sadece ekonomik nedenlerle mi yapıyorlar çok emin değilim. Ama diyelim ki ekonomik nedenlerle yapıyorlar. Açıkçası Diyarbakır gibi bir yerde temsil edilmeyen bir yayın kuruluşunun tüm Türkiye’yi temsil etme iddiasının çok ciddî bir şekilde sorunlu olduğunu düşünüyorum. Biz, bütün imkânsızlıklara rağmen, öncelikle Diyarbakır’ı hep gözettik. Ferit, başından îtibâren çok önemli işlere imzâ attı. Kimi zamanlar takviye olarak İstanbul’dan, Ankara’dan arkadaşlar da yolladık. Bunu özellikle vurgulamak istiyorum. Niçin vurgulamak istiyorum? Çünkü özgür gazetecilik, bağımsız gazetecilik başka türlü olmaz. Sizin orada olmanız, her zaman için özgürlüğün ve bağımsızlığın birinci derecede şartıdır. Bunu yapmak gerekir. Ve şunu da biliyorum: Deneyimli meslektaşlarımız var, bunların bâzıları işsiz ya da çok kötü koşullarda çalışıyorlar. O anlamda bu kurumların –isimlerini vermeyeyim, onlar kendilerini biliyor– bu olayı tekrar ciddî bir şekilde düşünmelerini tavsiye ederim. Büro açmıyorlarsa bile –diyelim ki kirâ vs. sebebiyle falan–, artık insanlar evlerinden de pekâlâ yapabiliyorlar; ama orada kendi muhâbirlerini bulundurmalarını tavsiye ederim. Çok alâkasız gibi gelebilir, ama bu gerçekten çok önemli bir husus ve Narin olayı bunu da bize bir kere daha gösterdi. Keşke olmasaydı. Maalesef çok büyük bir acı yaşadık tüm ülke olarak. Ve bütün bu süre içerisinde Narin Güran olayında, bütün bu süre içerisinde yaşanan birçok şey, cenâzesine kadar, cenâzesi dâhil olmak üzere, insanları çok derinden yaraladı. Umarım bundan sonraki yargılama sürecinde insanları biraz olsun, bir nebze olsun rahatlatacak birtakım adımlar atılır. Ama Türkiye’de bu tür olaylarda siyâset çok ciddî bir şekilde yargıya müdâhil olabiliyor. Birçok olayın böyle bir şekilde unutturulduğunu, karartıldığını gördük. Umarım Narin olayında tüm sorumlular, en küçük detayına kadar –ki anlaşıldığı kadarıyla doğrudan cinâyete dâhil olmasalar bile, görgü tanığı olan, sessiz kalarak suç ortağı olan epey sayıda insan va – bunların hepsi hak ettikleri cezâyı bulur temennîsiyle hafta başının ilk yayınını böyle noktalıyorum. Dediğim gibi, birtakım küçük çaplı sorunlar oldu, bunları mâzur görün. Bizi izlediğiniz için teşekkürler. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
06.10.2024 Özgür Özel üzerine bazı gözlemler ve notlar: Pirinç/bulgur paradoksu
29.09.2024 Bir yok edici melek olarak Erdoğan
27.09.2024 Özgür Özel, New York Türkevi hakkındaki rüşvet iddialarını niçin yalanlamış olabilir?
25.09.2024 Transatlantik: İsrail Lübnan’da ne planlıyor? S-400 sorunu çözülüyor mu? Erdoğan’ın Kıbrıs çıkışı
23.09.2024 Ruşen Çakır’la Hafta Başı (3): Narin Güran cinayetinde yaşananlar - Esad ve Erdoğan görüşecek mi? - Gelecek ve DEVA birleşiyor mu?
22.09.2024 Erdoğan ile Esad buluşmasını beklerken
20.09.2024 Ruşen Çakır, Kemal Can ve Kadri Gürsel ile “Haftaya Bakış” (232): 4. madde tartışmaları - İsrail-Hizbullah savaşı - CHP içi tartışmalar
18.09.2024 Transatlantik: İsrail’den Hizbullah’a siber saldırı - Trump’a ikinci sûikast girişimi - ABD Irak’tan çekiliyor
15.09.2024 Erdoğan’ın “din düşmanları”na ihtiyacı var
13.09.2024 Haftaya Bakış (231): İmamoğlu-Yavaş rekabeti - Narin Güran cinâyetinde tutuklamalar - Genç teğmenler krizi
06.10.2024 Özgür Özel üzerine bazı gözlemler ve notlar: Pirinç/bulgur paradoksu
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı