Haftaya Bakış (213): CHP’de adaylık tartışması - Sinan Ateş davası - Kürt sorunu

10.05.2024 medyascope.tv

10 Mayıs 2024’te medyascope.tv'de yaptığımız Haftaya Bakış’ı yayına Tania Taşçıoğlu Baykal hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Kemal Can stüdyoda, Kadri Gürsel İstanbul dışında. Yine üçümüz, geçen hafta bıraktığımız yerden gündemin öne çıkan olaylarını konuşacağız. Öncelikle, bugün Almanya’da defnedilen meslektaşımız Celal Başlangıç’a buradan saygılarımızı, sevgilerimizi iletelim.
Gündemde çok konu var aslında; ama öncelikli konu tabiî ki CHP’deki tartışma. Aslında tartışma CHP’de mi? İktidârın CHP’ye dayattığı bir tartışma var. “Özgür Özel iyi, Ekrem İmamoğlu kötü” diye özetlenebilecek bir tartışma. Bunu daha önce de konuştuk. Ama bu salı günü, grup toplantısında Özgür Özel bu konuyla ilgili çok açık ve net bir şekilde konuştu. Ben grup toplantısını yerinde izledim. Açıkçası, o netlikte bir konuşma beklemiyordum. Sonuçta, böyle bir şeyin olmadığını, bunun bir dayatma olduğunu, CHP’nin içinde kimsenin bu oyuna gelmemesi gerektiğini söyledi. Şu anda olayı bitirmiş gibi gözüküyor. Ne dersin Kadri? Bitti mi? Biteceğe benzemiyor sanki.
Kadri Gürsel: Ben de aynı kanaatteyim; bitecek gibi değil. Çünkü enteresan bir eğilim var CHP’nin içinde. CHP’nin bir genel başkanı var. CHP’nin genel başkanı siyâset yapıyor ve önceki genel başkandan daha farklı, daha atak, daha yaratıcı bir siyâset yapıyor. Bu yaptığı siyâset CHP içinde kıskançlığa neden oluyor. Bu kıskançlık enteresan şekilde –bu “enteresan” ifâdesini fazla kullandığımın farkındayım, ama mecbûren kullanıyorum–, “CHP medyası” diye tâbir edebileceğimiz bir medyanın içindeki en güçlü damar olan “İmamoğlu medyası”nda büyük reaksiyona neden oluyor. Sanki iktidarla, Saray’la Özgür Özel arasında zımnî bir mutâbakat varmış, iktidar Özgür Özel’i İmamoğlu’na karşı kullanıyormuş, İmamoğlu’nu aşağı çekmek ve adaylık iddiasını zayıflatmak için Özgür Özel’i yükseltiyormuş gibi bir intibâ yaratılıyor. Ben bu intibâın çok yanlış olduğu kanaatindeyim. İktidârın böyle bir amacı olabilir, ama CHP Genel Başkanı’nın siyâset yapmasından rahatsız olunmasını doğrusu çok tuhaf karşılıyorum. Anlaşılır buluyorum, ama aynı zamanda da tuhaf karşılıyorum. Çünkü şu an, Cumhuriyet Halk Partisi’nde geçmiş dönemden farklı bir durum var. O durumda da, 2028 ya da öncesinde yapılacak bir cumhurbaşkanlığı seçiminde, adayın kim olduğu hususunda, henüz herhangi bir netlik, doğal bir berraklık olduğu iddiasında bulunamayacağıdır. Bulunulamaz, çünkü CHP’nin yeni bir genel başkanı var: Özgür Özel.
İmamoğlu da çok başarılı bir siyâsetçi, çok örgütleyici, örgütçü biri aynı zamanda. Ben Özgür Özel’le İmamoğlu’nun, birbirlerine benzer yönlerinin çok olduğunu düşünüyorum. Ayrıştıkları yönler de var, ama benzer yönlerin çok olduğunu düşünüyorum ve ikisinin de bir rekabet içinde olabileceklerini görüyorum. Oluyorlar evet, doğru; fakat neden Özgür Özel’in siyâset yapmasından rahatsız olunuyor? Bunu anlayabilmiş değilim. Bu aslında Cumhuriyet Halk Partisi’ne bir anomaliyi dayatmak oluyor. Artık bu ifâdeyi kullanmak zorundayız. Bu ifâdeyi kullanmadan tartışmamız mümkün değil. İmamoğlu’na yakın bir medya ve ona yakın gazeteciler var. İmamoğlu örgütçü bir insan, örgütleyen bir insan. Bu konuda da bir medya network’ünü örgütlemiş bulunuyor İmamoğlu. Gösterilen tepkilerden anlıyoruz bunu. Erdoğan’la yapılan bir görüşmeden, hemen süratle, önce görüşmenin şeffaf olmadığı gibi birtakım iddialarda bulunuldu. Daha sonra bunun hiç de böyle olmadığı yine aynı kaynaklardan yayılan haberlerden anlaşıldı. Böyle şeffaf olmayan bir görüşme falan değil.
Diğer taraftan şunu teslim etmek lâzım: İktidar tabiî ki Cumhuriyet Halk Partisi’nde bir adaylık kavgası olduğu, bir çekişme olduğu, bunların Türkiye’yi yine yönetemeyeceklerini, bunların yine birbirlerinin ayağını kaydırmak için ellerinden geleni yapacaklarını, ülkenin bunlara teslim edilemeyeceğini, bir şekilde mesaj olarak halka, seçmene verecektir. Cumhuriyet Halk Partisi içinde bir çekişme olduğunu yaymak isteyecektir. Evet, bir çekişme var; ama bu, yönetilemez bir çekişme değil. Bir çekişme olduğu ve bu çekişmenin aslında Cumhuriyet Halk Partisi’ni felç edeceği ve felç olmuş partiyle ülkenin yönetilemeyeceği iddiası... Yani Cumhuriyet Halk Partisi bir rakip değildir. En azından diğer tarafta bir ‘”tek adam” vardır, Cumhuriyet Halk Partisi’nde iki, hattâ üç adam vardır —  bu arada, Mansur Yavaş’ı da ihmal etmemek lâzım. Ankara’da dolaşan bâzı kulis bilgilerine göre –bu “kulis bilgisi” ifâdesi hiç sevmediğim bir şeydir, kullanmak da istemem– Mansur Yavaş da adaylık iddiasında bulunabilecek bir pozisyon inşâ ediyor kendisine. Pekâlâ olabilir, bunu da bekleyebiliriz. 
Konuyu şuraya bağlayacağım: Özgür Özel siyâset yapmaya çalışıyor. Hatâlar da yapıyor, yapmıyor değil. Mesela Erdoğan’la görüşmesinden sonra, Taha Hüseyin Karagöz gibi kim olduğu bilinmeyen biriyle fotoğraf vermesinin yanlış olduğu kanaatindeyim. Benim hatam değil gerçekten, ama ben adını ilk defa duyuyorum. Yeni nesil bir gazeteci kisveli iktidar trolü kendisi. Aslında kendisini yakından izleyen, tanıyan çevrelerde de kötü bir şöhrete sâhip bir insan olduğunu görüyorum. Böyle biriyle fotoğraf vermesinin yanlış olduğunu düşünüyorum. Bu fırsat da kaçmadı tabiî ki. Ama Özgür Özel dönemiyle Kılıçdaroğlu dönemi arasındaki farkı ayırt etmek lâzım. İki dönemin de dinamikleri farklı, denklemleri farklı. Dolayısıyla Kılıçdaroğlu’nun ortak adaylığı konusundaki tartışmalar, bir model olarak yeni döneme uygulanamaz. Bu dönem çok farklı. İmamoğlu’nun, Nagehan Alçı ile skandal Karadeniz gezisinde fotoğraf vermesiyle, Özgür Özel’in Taha Hüseyin Karagöz ile oturup fotoğraf vermesi, belki son tahlilde benzeşebilir, fakat tamâmen ayrı olaylardır. Özgür Özel bu konuda büyük hatâ yapmıştır. Bu da kullanılıyor.
Cumhuriyet Halk Partisi’ndeki adaylık tartışmasını bir an evvel sona erdirmenin bir yolu var. Eğer İmamoğlu kampı, Özgür Özel’in siyâset yapmasından, başarılı bir genel başkan olmasından rahatsızsa, bir an önce yeterli sayıda imzâyı toplayıp Özgür Özel’i genel başkanlık koltuğundan indirmeli ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin genel başkanı Ekrem İmamoğlu olmalıdır. Bu pekâlâ mümkündür. Çünkü İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi’nde çoğunluk CHP’dedir. Yani İmamoğlu’nun belediye başkanlığı koltuğunu terk etmesi hâlinde, AKP şehri yeniden ele geçiremeyecektir. Bu kadar basit aslında. Onun dışında, bu tartışma engellenmeli. İmamoğlu’na yakın gazeteciler… ben artık “İmamoğlu medyası” ifâdesini kullanmak zorundayım. “İmamoğlu medyası”, Özgür Özel siyâset yaptığında, bu siyâsetin anlaşmalı bir siyâset olduğu, zımnî birtakım faktörlerin burada rol oynadığı, Özgür Özel’in Saray’la müzâkere ettiğini îmâ ediyor. Diğer taraftan Kılıçdaroğlu da, hazımsızlığı nedeniyle devreye giriyor. Özgür Özel’e büyük başarı atfedilmesi nedeniyle bir kıskançlık içerisinde. Kendi yenilgisini hazmedememiş durumda ve kıskançlık içinde. Bu mânâda da sorunlar var. Aslında bu sorunların çözümü hem çok basit hem çok zor. “Kolay” demiyorum bakın, “basit” diyorum. Ama zor. Dolayısıyla, aktörlerin bir araya gelip bu tartışmaların artık sonlandırılmasını bir şekilde temin etmeleri gerekiyor. Benim söyleyeceklerim şimdilik bu kadar.

Ruşen Çakır: Yani, “İktidar gerçekten CHP’yi karıştırmak istiyor; ama CHP’de de zâten karışmasını isteyenler yeterince var” diyorsun. Bu önemli.
Kadri Gürsel: Ruşen, özür dilerim, “Karışmasını isteyenler var” demiyorum. Yanlış anlaşıldıysa düzelteyim. Cumhuriyet Halk Partisi’nde İmamoğlu’nun zâten 2028’in doğal adayı olduğu ve başka aday profillerinin ortaya çıkmasının doğru olmadığı gibi bir ön kabul var bir kesimde. Bu ön kabul açısından rahatsız edici bulunuyor Cumhuriyet Halk Partisi’ndeki birtakım gelişmeler. Özgür Özel’in, eski selefi Kılıçdaroğlu’ndan, daha ilk aylarda görüldüğü gibi çok daha başarılı bir siyâset yapmasının netîcesinde, bunu istemeyenler, bunu şüpheyle karşılayanlar, bundan rahatsız olanlar var. Bu hiç doğal bir şey değil. Doğru bir şey de değil. İnsanların bu noktada kendilerini sorgulamaları gerekiyor.

Ruşen Çakır: Yani şunu söylüyorsun daha netleştirirsek: Özgür Özel’in düşük profilli bir genel başkan olmasını tercih edenler, onun siyâset yapmasını görüp, kendi destekledikleri Ekrem İmamoğlu’nun rahatsız olabileceği düşüncesiyle bir şeyler yapıyorlar. Biraz karışık oldu sanki.
Kadri Gürsel: Hayır, anlaşılıyor, ama bir cümle daha söyleyeyim izin verirsen. Burada rol alan, burada aktörleşen bir medya var. İmamoğlu bu konuda konuşmuyor. Ortada bir Özgür Özel var, tek başına gibi görünüyor. Çünkü onun medyası yok. Ama diğer tarafta bir İmamoğlu medyası var. İmamoğlu bu konularda konuşmuyor, ama “İmamoğlu medyası” devreye giriyor. Bunu söylemek istiyorum.

Ruşen Çakır: Evet Kemal, seninle devam edelim. Bu arada, dün Özgür Özel’le ilgili “Bir yıldız doğdu mu sahiden?” https://medyascope.tv/2024/05/09/rusen-cakir-yorumladi-ozgur-ozel-izlenimleri-bir-yildiz-dogdu-mu-sahiden/ başlıklı bir yayın yaptım. Bu yayını da Ateş İlyas Başsoy’un “Bir Yıldız doğdu” https://www.birgun.net/makale/bir-yildiz-dogdu-521249 yazısından hareketle yaptım. Açıkçası, Özgür Özel beni şaşırtıyor. Beklediğimden daha başarılı bir performans sergiliyor. Ama sosyal medyada birçok insanın acayip öfkeli olduğunu görüyorum. İmamoğlu’nu destekleyip desteklemediklerini bilmiyorum; “Özgür Özel’in başarılı olmasını istemiyorlar” demeyeceğim ama, “Bu işte bir çapanoğlu var. Erdoğan bilmem ne yapıyor” duygusuna sâhip insanlar, “Olmaz. Boşuna uğraşma. Ondan bir şey çıkmaz” gibi şeyler söylüyorlar.
Kemal Can: Ali Mahir Başarır hâdisesinde çok bâriz ortaya çıktı bu aslında. Sırayla gideyim, birincisi, Kadri’nin söylediği bir şeyden devam edeyim: “CHP’de adaylık tartışmasının son bulması gerekir” üzerinden bir şey söyledi. Ya kendi önerdiği gibi bir formül ya da tarafların bir süreliğine, seçim takvimi oluşmadığı bir süreçte, bu meseleleri ana gündem yapmaması konusunda bir mutâbakata varması. Ama 2019’dan beri bu adaylık tartışmasının son bulması imkânsız. Çünkü pek çok aktör var. Doğrudan adaylık üzerinde ismi geçen aktörleri kastetmiyorum. Kadri sâdece bir tarafına, medyasına değindi; ama o aktörlerin etrâfındaki birkaç çemberi de dâhil ederek, uzmanı, yanında davrananıyla, bayağı bir külliyat, kalabalık bir nüfus oluşturuyor bu. CHP’de siyâset yapmayı bu adaylık üzerinden yürüten takımlar var. Aslında “Bu adaylık tartışması son bulsun. Partiye de, muhâlefete de zarar veriyor” rasyonel bir önerme. Ama bunun dışında siyâset yapmayan ya da siyâseti sâdece böyle yapan çevreler var. Dolayısıyla CHP’de adaylık tartışması bitmez.

Ruşen Çakır: “Bundan ekmek yiyen çok kişi var” diyorsun.
Kemal Can: Siyâset dedikleri şey bu zâten. Kadri’nin söylediğine temas etmek için şunu söyleyeyim: Bir kronoloji problemi var. Herkes kendi argümanını destekleyecek veriyi temin edip, bütün her şey o veriden ibâretmiş gibi birtakım çıkarımlarda bulunuyor. Aynı şekilde, kronolojiyi de bozan bir yaklaşım var. Bir lâftan, bir hareketten başlayarak bir târih yazılıyor, sanki her şey oradan başlamış gibi. Meselâ Ali Mahir Başarır üzerinden tartışma açıldı: “İktidar, Erdoğan’ın karşısında kimi ister? Özgür Özel’i mi ister?” Bu tartışmayı başlatan şey, Ali Mahir Başarır’ın kendisine sorulan soruya verdiği cevaptaki: “Ben öyle düşünmüyorum” sözü mü başlangıç? Değil. Kadri’nin işâret ettiği gibi, kronoloji ne zamandan başlıyor? Özgür Özel’in Erdoğan ile görüşme talebinde bulunması ve peşinden gelen kabulle birlikte, Kadri’nin bir isim de taktığı medyada, yoğun biçimde bir şey başlatıldı: “Erdoğan karşısında kimi ister?” Hatırlarsın, burada da konuştuk. Bu, daha önce, Kılıçdaroğlu-İmamoğlu tartışmasında, yani “Kazanacak aday-kazanmayacak aday” tartışmasında da yapılmış bir şeydi. İktidar, CHP içerisinde ya da muhâlefet içerisinde kimin belirleyici olacağı, kimin kendisi için elverişli aktör olduğu tartışmasını açmayı çok seviyor. Çünkü bu aslında bir taşla iki kuş vurmaya yarıyor. Tez şu: “İktidar bunu köpürtüyor”. Sen de öyle başladın ama değil. Tam tersine, o birinci söylediğim. Sâdece, bunun üzerinden siyâset yapan birileri olduğu için, iktidar bunu ortaya koyduğu anda, zâten her iki tarafı da yıpratan bir süreç başlıyor. 2023’e gelinen süreç böyle başladı. Adaylık tartışmaları, iktidar için kimin aday olmasının faydasından bağımsız olarak, her tarafı yıpratan bir süreç olarak devam etti. Şimdi de çok erken bir evrede, benzer bir şeye girmiş durumda. Ali Mahir Başarır’a bu sorunun sorulmasının nedeni, zâten önceden başlayan “Erdoğan kimi ister?” tartışmasına ilişkin bir soruydu. Böyle bir tartışma başladığı için bu soru soruldu. O soruya, çok iyi manevra yaparak, çok doğru formüle ederek değil, ama verdiği cevap üzerinden yeni bir tartışma başlatıldı. Bir partinin temsilcisinin, kendi genel başkanının, Erdoğan tarafından istenen, “dişe uygun aday” olduğunu kabul etmesi mümkün mü bir televizyon yayınında? O zaman “Niye o genel başkan?” diye sorarlar size. Yani Kadri’nin dediği formüle gitmeniz gerekir.
Tamam, bunu iktidar köpürtüyor olabilir; ama bu tartışmayı erken başlatanlar, bu adaylık tartışması üzerinden siyâset yapanlar –tabiî onun ne kadar siyâset olduğu da tartışılır–, aslında senelerdir yaşamakta olduğumuz anti-siyâsetin muhalefet cephesinde ve CHP’nin içerisindeki uzantısı bu. Aslında siyâsî temel tercihlerin hiçbirini tartışma konusu yapmadan, yani “Temel önermeniz nedir? Öncelikleriniz ne? Birlikte davrandıklarınız kimler? Hangi sonuca varmak için hangi yolu izleyerek buraya gideceksiniz?” tartışmalarından bağımsız olarak, anketlere, Erdoğan’ın ne istediğine, iktidârın ne yaptığına bakarak pozisyon edinip, o pozisyonu sürdürmek üzerine bir siyâset yapılıyor. Bu bir oyun aslında. Siyâseti sâdece oyundan ibâret gören, elitler arası müzâkereler, pazarlıklar ve imkânlarla fırsatların değerlendirilmesinden ibâret bir kapalı oyun gibi kurgulayan aklın ürünü bunlar.
Kadri, sen, Özgür Özel’in siyâset yaptığını ve bundan rahatsızlık duyulduğunu söyledin. Bu konuda da ben ifrat-tefrit meselesinde biraz frene basmak gerektiğini düşünüyorum. Özgür Özel’in yaptığı şeylere düşmanca davranarak… hattâ o tartışmada, “Ne demek! CHP’li olan zâten İmamoğlu’nu desteklemek ve onu övmek zorunda. Başka ikinci bir aktörün adının bile geçmemesi lâzım” açıklığında şeyler söylendi. Bu saldırganlıkta, “Özgür Özel bir şey yapmasın, kenarda beklesin” yaklaşımı ne kadar sorunluysa, Özgür Özel’in müthiş siyâsî hamleler yaptığı ve bunun birilerini rahatsız ettiğinin söylenmesi de bence biraz fazla bir yorum. Çünkü öyle bir siyâsetin de henüz sonuçlarını görüyor değiliz. Sâdece, Erdoğan’ın inisiyatifi dengeleyerek geri alması konusunda baraj oluşturabilecek bir hamle yaptı Özgür Özel. Bunu bundan sonra nasıl kullanacağını ve Erdoğan’ın buradan nereye doğru ilerleyeceğini bilmiyoruz. Sâdece görüşmenin gerçekleşmiş olmasından yola çıkarak, büyük bir siyâsî manevra yapıldığı sonucunu çıkartmak için fazla aceleci olmamak gerektiğini düşünüyorum.
Tersi de, yani Erdoğan’ın oyununa uyduğu ve bütün inisiyatifi ona teslim ederek İmamoğlu’nu etkisizleştirme hamlesinin parçasına dönüştüğü iddiaları da, Erdoğan’ı belirli bir alana zorlayarak bütün siyâsî belirleyiciliği ele aldığı ve bunun birilerini rahatsız ettiği önermesinin de çok erken, fazla yüksek iddialar olduğunu söylüyorum ve düşünüyorum. “Erdoğan kimi ister?” sözlerini iktidâra yakın yorumcular ya da onların medyası üzerinden okumaya gayret eden ve “Özgür Özel ne kadar çok övülüyor. Demek ki onların parlatmak istediği bu” sonucunu çıkartanlara da şunu söylemek istiyorum: Bu tartışmalarda çok aktif olan ve muhâlefet medyasında da kürsüsü olan insanlara baktığınızda, bunların çoğunun, çok yakın bir geçmişte, iktidar medyasına çıkabilen ve özel dâvetler alan insanlar olduğunu da gözden uzak tutmamak lâzım.

Ruşen Çakır: Sinan Ateş olayına geçelim. Sıcak bir gelişme var. Mâlûm, Yargıtay’da bitmeyen bir oylama vardı, artık biteceğe benziyor. Yargıtay’daki üç adaydan ülkücü olan Muhsin Şentürk, Mehmet Akarca lehine adaylıktan çekildi. Bu da ilginç. Kimdir necidir herkes biliyor.
Kemal Can: Anayasa Mahkemesi karârını tanımayan Yargıtay Dâiresi Başkanı.

Ruşen Çakır: Evet, o kişi adaylıktan çekildi. Ama Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı sözü almış. Onun adaylıktan çekilmesinin ardından da Erdoğan ve Bahçeli görüşüyor. Erdoğan’ın Danıştay’ın kuruluş yıldönümünde yaptığı konuşmada bir sözü var: “Milletin maslahatı ve ülkenin selâmeti yerine, belli bir zümrenin menfaatini gözeten dar kadrocu anlayışların, adâlet teşkîlâtımız dâhil devletimizin kurumları içerisinde tekrar yuvalanmasına izin veremeyiz, vermeyeceğiz” demiş. Şimdi buradan, o senin çok sevdiğin birileri, hemen AKP-MHP kapışmasına gönderme yapıyor; ama ortada çok açık bir olay var: Sinan Ateş sûikastı. Sinan Ateş göz göre göre öldürüldü. Onun iddianâmesi yazıldı. İddianâmede bir yığın isim var; ama olayın siyâsî ayağı yok, kim azmettirmiş yok. Tetikçiler var. Âilesi, özellikle eşi Ayşe Ateş çok ciddî îtiraz ediyor. Özgür Özel’le buluştu pazartesi günü. Özgür Özel de salı günü Devlet Bahçeli ile görüştü. Orada da Ayşe Ateş’in konuyu kendisine aktardığı söyleniyor. MHP’li birtakım isimler, “Bu olayın bizimle ilişkilendirilmesi yanlıştır, komplodur” diyorlar. Ama ortaya çıkan haberlerde, Audi araba vs. ile iş dönüp dolaşıp Ülkü Ocakları’na gidiyor. Sinan Ateş olayı, önümüzdeki dönemde Cumhur İttifâkı’nın geleceğinde bir rol oynayabilir mi? Şu âna kadar oynamadı. 
Kemal Can: Aslında oynuyor. Netîcelenme anlamında oynamıyor; ama kartları ve tarafların birbirine riskleri ya da sopaları gösterdiği bir arenaya dönüştü. Daha önce gözaltı kararları, sonra ona bakan yargı ekibinin birkaç kez değiştirilmesi, sonra tekrar birtakım bilgilerin medyaya servis edilmesi, ardından iddianâme, şimdi iddianâmenin üstüne yeni görüntülerin gelmesi. Aslında bu zemin üzerinde, herkes kartlarını oynuyor. Bir sonuç vermediğini söylüyoruz, ama aslında bu dâvânın, çatışma ya da mücâdelenin taraflarının birbirlerine yapabilecekleri hamlelere dâir îmaları yerleştirdikleri bir platform niteliği var. Olması da çok normal. Senin dediğin anlamda sonuç vermedi, çünkü netîcelenmiyor. Bunu kimin kazandığı belirsiz. İddianâmenin yapmayı düşündüğü ya da daha önce soruşturmanın biraz savsaklanması, hattâ birazcık da ekip değişiklikleriyle kesintiye uğraması açısından ne üstü kapatılıp soğutmaya bırakılıyor ne de “her şeyiyle üstüne gidiyoruz” görüntüsünü verecek bir kararlılık görüyoruz. Bu belirsizlik hâli, senin “seviyorsun” dediğin şey, hep çatışma olarak var olmasını isteyen, onu kullanarak politik sonuç almaya çalışan ya da politik pozisyonunu göstermeye çalışan taraflar var.
Şimdi son hâdisede, iddianâme ortaya çıktığında resim şöyleydi: Erdoğan Bahçeli ile daha önce de görüşmüştü. Seçim sonrasında bu iddianâme çıktı. Bunun siyâsî tarafını bir kenara bırakarak, neredeyse alacak verecek dâvâsına indirgendi. “Tamam, birtakım MHP’liler de bulaşmış olabilir, dosyada isimleri geçiyor olabilir; ama hâdise siyâsî değil” şeklinde bir yere doğru itilmeye çalışılacağı görüntüsüydü. Âilenin reaksiyonu da o yüzdendi. Şimdi yeni ortaya çıkan görüntüler, bu tür bir hamlenin karşısında pozisyon almaya çalışan ya da bunu zorlaştırmayı düşünecek adımların da gelebileceğini gösteriyor. Biraz önce okuduğun Erdoğan’ın sözü ise bence bir netîceyi göstermekten uzak. Çünkü Erdoğan daha önce pek çok konuda, “Aslında galiba böyle düşünüyor” dedirtecek ve Sinan Ateş Dâvâsı ile ilgili daha önce de “Sonuna kadar gidilecek” diye çok sert bir konuşma yapmıştı.

Ruşen Çakır: Ama eşine randevu vermedi. 
Kemal Can: Evet. Dolayısıyla, Erdoğan’ın sözünden, “Bu iş buraya girdi” anlamını çıkartmamak gerek. Ama bu dosyanın açık kalacağı açık.

Ruşen Çakır: Kadri, burada şöyle ilginç bir durum var. Aslında son dönemde yavaş yavaş görmeye başladık. Kemal de bahsetti, bu olay olduğu andan îtibâren, medyaya –iktidar medyasına değil; iktidar medyası bu olayın detaylarını asla görmüyor, çizilen sınır içerisinde hareket etmeye çalışıyor–, muhalif olduğu varsayılan medyaya, iktidârın bâzı kanatları tarafından önemli bilgiler sızdırılıyor. En son, araba görüntüsünde olduğu gibi. Bu, iktidar içerisindeki iktidar savaşlarının bir yansıması olarak karşınıza çıkıyor. Ama işin çok ciddi bir boyutu var. Biz gazetecileri ilgilendiren boyutu, yine medya olmadan bu savaşlar yürütülemiyor. O fotoğraflar servis ediliyor birçok yere. Demirören Âilesi’yle ilgili olayda olduğu gibi. Muhâbir haberi yapıyor, ama haberin içerisindeki bilgileri ajans yönetimi iptal ediyor. Servis edersin, ama hiç kimse yayınlamadıktan sonra hiçbir anlamı yok. Yayınlayacak yere ihtiyâcı var. Yayınlayacak yer de genellikle iktidârın uzak tuttuğu yerler.
Önümüzdeki dönemde, iktidar içerisinde, sertlik yanlılarıyla yumuşama yanlıları arasında ya da “güvercinler ve şahinler” arasındaki tartışma giderek ciddî bir şekilde büyüyecek diye düşünüyorum. Şu anda, sosyal medyada Mehmet Uçum gibi birtakım isimler kendi başlarına meydan okuyorlar. Ama yarın öbür gün, bizim de gazeteci olarak dâhil olacağımız bir çatışmaya doğru gidiyoruz gibi bir hissiyat var bende. Katılır mısın? Yoksa nasıl olsa kol kırılır yen içinde kalır deyip, meselelerini kendi aralarında birtakım pazarlıklarla halletmeye devam mı edecekler?
Kadri Gürsel: Erdoğan’ın derdi iktidarda kalmak. Ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmak. Bahçeli’nin ve MHP’nin derdi de siyâsî sorumluluk almadan meyvelerini topladığı, semeresini aldığı bu fiilî iktidar ortaklığının devâmını sağlamak. Elini taşın altına koymuyor, ama devletin kapıları MHP’ye sonuna kadar açılmış durumda. MHP kadroları bundan muazzam bir fayda sağlıyor. Umur görüyorlar açıkçası. Sinan Ateş’ten ayrı olarak, meselâ Bahçeli’nin Gezi mahpuslarının serbest kalmasına, özgürlüklerine bu kadar karşı çıkmasının nedeni, burada bu tuhaf birlikteliği sürdürmenin parametresini oluşturması.
Şimdi “yumuşama” tartışması başladı. Bence bu yanlış bir tartışma. Bahçeli aynı sertlikte devam edilsin istiyor. Fakat iktidar, yani Erdoğan, artık o sertlikle devam etmenin kendisini bugüne kadar tuttuğu iktidarda bundan sonra tutmakta zorlanacağını anladığı için, artık sert muhâlefet yapılmasını istemiyor. “Artık sert muhâlefet yapmayın” demek yerine, “Yumuşama dönemini başlattım” dedi geçenlerde. Tabiî Bahçeli bundan rahatsız oluyor; çünkü bu makas değişimi arayışı başka potansiyeller içeriyor. Makas değişimi yok aslında, ama bir arayış var. Bu şartlar altında Erdoğan, biraz da ortağına ayar vermek için, her zaman yaptığı şeyi yapıyor. Şu aşamada Erdoğan’ın Bahçeli ve MHP’si dışında hiçbir alternatifinin kalmadığını düşünüyorum. Ancak Bahçeli’yi de bir şekilde idâre etmek zorunda. Bu bir çelişki. Bu çelişkiyi yönetmek zorunda.
Ne yapıyor Erdoğan? Mukayese etmiyorum tabiî MHP ve Fethullahçı örgütü; ama Erdoğan, ortaklarına, her zaman ileride kendilerine karşı kullanmak üzere, korkunç hatâlar yapma fırsatı ve alanı sağlıyor. Fethullahçılar, ellerindeki gücü abartarak, korkunç hatâlar yaptılar. Kendilerinin çok güçlü olduklarını zannettiler. Güçlerini iyice abarttılar ve hadlerini aştılar. Bu da onlara çok pahalıya patladı. Tekrar belirtiyorum, asla böyle bir kıyaslama yapmak gibi bir niyetim yok; ama Sinan Ateş cinâyeti bir siyâsî sûikasttır. İşleniş tarzına bakıldığı zaman, çok örgütlü, önceden planlanmış, birçok fâilin dâhil olduğu, azmettirenin belli olmadığı ve iddianâmenin de, aslında bir iddianâme mühendisliğiyle, fâilden ziyâde azmettirenleri, olayın siyâsî bir cinâyet olduğu gerçeğini gölgelemeye yönelik bir metin, bir yazarlık çalışması olduğu kanaati oluştu bende. Bir tek bende değil, bütün kamuoyunda bu kanaat var. Elbette ki, iktidar içinde onsuz yapamayacağını bildiği ortağını, bir bakıma kendi parametreleri içine çekmeyi ve kendisiyle artık bu şekilde çalışmaya râzı etmek için kullanabilir bunu iktidar. Bu bir çatışma.
Senin işâret ettiğin noktaya gelecek olursak: Evet, iktidar medyasının artık hiçbir inandırıcılığı yok. Sinan Ateş cinâyetiyle ilgili, MHP’yi zora sokacak bâzı yeni bilgiler iktidar medyası aracılığıyla geldiğinde, o zaman bu bilgilerin adresi yani nereden çıktığı da belli olacaktır. Doğrudan bunun iktidardan geldiği görüldüğünden “Acaba MHP ve AKP arasında ciddî bir çatışma mı var?” diye sorulacaktır. Bundan kaçınmak için, aslında “muhâlif görünümlü medya”ya yerleştirilmiş olan –bu ifâdeyi kullanıyorum, alınacak olanlar alınsın, hiç umûrumda değil– bâzı medya mensupları, bâzı gazeteciler ve hattâ meslektaşlarımız burada muhâbirlik yapıyorlar, gazetecilik yapıyorlar. Gazetecilik, eline bir haber geldiği zaman –haber değeri varsa– bunu kullanmayı gerektirir. İktidar da muhâlif medyayı kendi iç meselelerinin “çözümü” demeyeceğim, ama kolaylaştırılması için kullanıyor.
Buradan hareketle Özgür Özel için de iki cümle sarf etmek istiyorum: Kemal “İfrat ve tefrit” diyerek çok isâbetli bir noktaya değindi. Bir tarafta, Özgür Özel’in siyâset yapma girişimlerinin tuhaf karşılanması, tepki doğurması kadar, diğer tarafta da muhteşem bir siyâset yaptığı söyleniyor. Yani biri ifrat, diğeri tefrit. Ben de sözlerimden, Özgür Özel’in çok başarılı bir siyâset yaptığı ve kavramlarını çok isâbetli şekilde seçtiği sonucunun çıkartılmasını istemem. “Bir yumuşama yerine normalleşmeyi benimsiyorum” dedi. Hayır efendim, bugünkü şartlarda normalleşme koşulları bellidir. Bugünkü Türkiye’de, “siyâsetin normalleşmesi” denen şey, iktidâsîrın normalleşmek gibi bir arayışı varsa, gerçekten böyle bir ihtiyâcı varsa, Gezi mahpuslarını serbest bırakır, medya özgürlüğünü, medyayı içine soktuğu cendereyi gevşetir, hattâ ortadan kaldırır, Selahattin Demirtaş’ı serbest bırakır. Ancak o zaman, “Türkiye birazcık normalleşiyor galiba” deriz. Bunlar olmadan, Türkiye’de siyâsetin normalleşmesini istemenin, bundan bahsetmenin çok da anlamı olmadığı kanaatindeyim. “Özgür Özel bunları zâaten istiyor, istemiştir” denilebilir. Ama normalleşme arayışlarının kilidinin, en başta medya olduğunu söylemek lâzım. Türkiye’nin tamâmen anormalleşmesi, Türkiye’nin otoriter bir yöne doğru kaymaya başladığı târih, medya özgürlüğünün tamâmen ortadan kaldırılmaya başlandığı târihtir. Bu işin hikâyesi 2008’de başlar. Bu anormalleşme, otoriterleşme, medyayla başladı. Eğer normalleşme olacaksa, açın medya girişimcilerinin önünü, medyayı kontrol etmeyi bırakın, medya mühendisliğini bırakın, biz de sizin gerçekten normalleşme niyeti içinde olduğunuzu anlayalım, iknâ olalım.

Ruşen Çakır: “Normalleşme” derken Selahattin Demirtaş göndermesi yaptın Kadri. Biz de bugün Kemal’le, Rawest Araştırma’nın “Kürt meselesi, Kürt siyaseti ve Demirtaş” https://rawest.com.tr/wp-content/uploads/2024/05/Raporun-tamamini-buraya-tiklayarak-indirebilirsiniz..pdf araştırmasının sunumunu izledik. Araştırma Mayıs ayında sonuçlanmış. Bayağı da izleyici vardı toplantıda. Kimisi güneydoğuda, kimisi batıda yaşayan 1406 Kürtle yüz yüze görüşme yapılmış. İlginç sonuçlar var. Aslında birçoğu bildiğimiz şeylerdi, ama bir araştırma sonucu olarak bunların karşımıza çıkması ilginçti. Meselâ raporun sonunda, “Sonuç Olarak Demirtaş” diye bir bölüm var. Demirtaş’la ilgili çıkan bulgular sıralanıyor. Demirtaş “Kürtlerin ilk sivil lideri” olarak tanımlanmış. Bu tanım benim çok hoşuma gitti. “Tabiî öyle” diye düşünüyorsun; ama ben böyle bir cümle kurar mıydım bilmiyorum. Ama o cümlenin isâbetli olduğunu düşünüyorum. “DEM Parti’den ayrı bir hayâtiyeti var” sonucu çıkmış. “Bölge ve metropol Kürtleri ayrışıyor, Demirtaş birleştiriyor.” Bu çok ilginç. Yani batıda yaşayan Kürtler ve güneydoğuda yaşayan Kürtlerin ayrışmasına karşın, Demirtaş, hepsini birleştiren bir figür olarak görülüyor. “Kürtler için ‘herkesin başkanı’, Türkiye içinse sağ-sol, seküler-muhafazakâr ayrımını aşan bir lider.” “Kürtleri birleştiriyor, Türkleri uzaklaştırmıyor.” Bu, en kilit hususlardan birisi herhalde. “Kürtlere çok yakın, Türklere uzak değil.” “Birlikte yaşama fikrinin temsilcisi.” Ne diyorsun Kemal? Nasıldı araştırma? Ben en son bölümüne kalamadım. Hattâ araştırmacılarla izleyiciler arasında tartışma da oldu.
Kemal Can: Bunlar, senin de söylediğin gibi yepyeni, hiç bilinmedik ya da çok şaşırtıcı sonuçlar değil. Bence, araştırmanın asıl çarpıcı olan tarafı, geçici olabileceği ya da durumsal olduğu varsayılan birtakım şeylerin yerleşik hâle gelmesi, altının daha kalın çizili hâle gelmesi. Bildiğimiz ya da gördüğümüz şeylerin çok kuvvetli teyitler almaya başladığını göstermesiydi. Benim açımdan raporun en ilginç kısmı bu. Çünkü özellikle 2018’den sonra –aslında 2014 seçimlerinden îtibâren– Türkiye’de ve dünyada, “Muhâlefet, otoriter ve popülist iktidarlar karşısında ne yapabilir?” meselesinin çok teknik stratejik bir zemine sıkışması ve onun dolayımıyla, böyle her durum için özel formüller geliştirmek, özel denklemler kurmak, özel çâreler ve mühendislikler îcat etmek gibi bir akıl yürütme biçimi vardı. Yerel seçimin kendi dinamikleri, “Orada öyle dendiği için burada böyle sonuç çıktı, ama bunun ne kadar kalıcı olduğunu kestiremiyoruz” muğlaklığının, yavaş yavaş daha genel eğilimleri ortaya çıkartan sonuçlar hâlinde önümüze geleceğini anlıyoruz. Bunlardan bir tânesi Kürt seçmen meselesi. Çünkü hatırlanırsa neredeyse son 4-5 seçimdir, “Kürt seçmen ne yapacak? Kürt seçmen stratejik tavrını mı gösterecek? Kürt seçmeni etkileyen faktörler neler? Kürt seçmen aslında ne düşünüyor, ama ne yapmasının doğru olduğu kanaatinde?” gibi, üzerine çok konuşulan, ama sonuçta bunu yapma nedenleri üzerine daha az araştırma, daha az sorgulama yapılan bir seçmen grubu üzerine çalışılmış bir araştırma.
Bu araştırma şunu gösteriyor aslında: Taktik bir mesele gibi düşünülen “Türkiyelileşme” meselesi, çok daha yerleşik ve kalıcılaşmış bir dinamik hâlinde işliyor. Tıpkı, sivil bir lider olarak kendi başına bir siyâsî belirleyicilik kazanmış Demirtaş gibi, içinde hâlâ muğlaklık içerse de, herkesin ne anladığıyla ilgili belirsizlikler taşısa bile, aslında “Türkiyelileşme” denilen kavramın içine girebilecek pek çok şeyin bir kalıcı dinamik olarak yerleştiğini görüyoruz. Daha önemlisi, bu, Kürt kimliği konusundaki inadın aksine gelişmiyor; o inatla berâber ilerleyen bir şey. Kürt kimliğinden gelen temel rahatsızlıklar ve taleplere ilişkin beklentilerle, bu “Türkiyelileşme” fikrinin çelişmediği –zaman zaman bunun çelişiyor olduğu, özellikle Kürt hareketinin kendi içinde ve dışarıdan bakan gözlemcilerin sık sık gündeme getirdiği bir şeydi–, çok öyle olmadığı, tam tersine, Kürt kimliğindeki ısrar, bununla ilgili talep ve îtirazların kuvvetli biçimde devamıyla paralel olarak bir “Türkiyelileşme” meselesinin kalıcı dinamik hâlinde görüldüğü anlaşılıyor. Demirtaş figürü tam da bu ikisini birleştiren noktada. Aslında Kürt kimliği konusundaki ısrârı da kendi bünyesinde taşıyabilen, ama “Türkiyelileşme”, yani “başkasına konuşabilme” ve daha önemlisi “konuştuğunu duyurabilme”, “konuştuğundan sonuç alabilme” anlamında da önemli bir tamamlayıcılığı ve popülaritesi olduğunu görüyoruz.
Bu bence şimdiye kadar Kürt seçmen üzerine yapılan ezber yorumlar meselesini daha kalıcı dinamikler üzerinden düşünmeyi gerektirecek bir çalışma. Siyâsî kimlik meselesi, diğer seçmen grupları için de geçerli bence. Bunu başka vesîleyle konuşuruz belki tekrar. Hattâ daha önce birkaç kez değindik: “Milliyetçi seçmen”, “muhâfazakâr seçmen” diye kalıplanan birtakım şeylerde, o kimliğin ısrârı, o kimliği belirleyen temel dinamikler ve onların siyâsal davranışları meselesini, “Bütün bunlar artık bitti. Bu kimliklerin bir özelliği yok”, hattâ bir zamanlar çok kullanıldığı gibi, “Sağ-solun da bir özelliği yok. Bir şey açıklamıyor” demek yerine, bu dinamiklerin yeni temsil biçimlerini ve kendini ifâde biçimlerini yeniden anlamaya ihtiyaç var. Bu açıdan, önemli bir seçmen grubuna bakan bir çalışma. Bence bundan sonraki siyâsî süreci belirleyebilir. Çünkü eski adıyla HDP, şimdiki DEM Parti için, oyunu artırıp kitleselleşmesini sağlayan şeyin ne olduğu konusunda bir belirsizlik ya da bu konudaki politik adımların, pozisyonların bâzı açılardan reaksiyon yarattığı ve bu yüzden gücünü koruyamadığı iddiaları ortaya atılıyordu. Evet, kısmî bir oy kaybı ya da kendi kitlesini kontrol bakımından zaman zaman sıkıntılar yaşamakla birlikte, bu kimliğin, kendini ifâde etme ısrârı konusunda bir gerileme olmadığı, tam tersine bunun daha güçlü biçimde ifâde edilmesi için doğru aktörlerle ve daha çok Türkiye siyâseti üzerinde etki yaratacak biçimde var olmak istidâdında olduğunu gösteriyor. Ben bu tarafını daha güçlü buldum. 

Ruşen Çakır: Bu arada sosyal medyada gördüm, Rudaw Türkçe, Rawest’in araştırmasında sorulan “Kürtler için Demirtaş’tan sonra en îtibarlı siyâsetçi kim?” başlığını öne çıkarmış. Kürtlerin Demirtaş’tan sonra en çok sevdiği ikinci siyâsetçinin Ekrem İmamoğlu olduğu sonucu çıkmış. Bu doğru. Araştırmada bir îtibar tablosu var. En yukarıda Selahattin Demirtaş var. Diğer seçenekler, Ekrem İmamoğlu, Mansur Yavaş, Özgür Özel, Kılıçdaroğlu, Erdoğan diye gidiyor. Dolayısıyla ikinci İmamoğlu çıkıyor. Bunda çok şaşıracak bir şey yok, ama bence olay bu değil.
Kemal Can: Bence o tabloda daha çarpıcı bir şey var: Meselâ ben bu îtibar skalasında Tayyip Erdoğan’ın iyice diplere düşmesini daha çarpıcı bir hâdise olarak görürdüm.

Ruşen Çakır: Evet, altıncı sıraya düşmüş.
Kemal Can: Çünkü bir zamanlar Kürt seçmende birinci parti olan bir partinin tartışmasız liderinden bahsediyoruz. Anlık resimlere değil değişime baktığımızda, çarpıcı olan şey bence bu. Siyâsî süreçlerde anlık fotoğraflardan çok değişim eğilimlerine bakmak bize daha çok şey anlatır.

Ruşen Çakır: Kadri, biraz önce sen, “Normalleşme olacaksa Selahattin Demirtaş’ın serbest bırakılması gerekir” dedin. Bence de öyle. Selahattin Demirtaş’ın bugün dışarıda olması durumunda Türkiye’de siyâsette özel olarak ne değişir sence? Neler öne çıkar?
Kadri Gürsel: Bu güzel soru için teşekkür ederim. Aynı zamanda, görüşlerimi daha net ve yanlış anlaşılmalara neden olmayacak şekilde açıklama imkânı verdiğin için de teşekkür ediyorum sana. Normalleşmeyi birkaç ön koşula bağlamıyorum. Kesinlikle yanlış anlaşılmasın. Demirtaş’ın, Gezi mahpuslarının serbest bırakılması, medya üzerindeki baskıların ortadan kaldırılması tek başına normalleşme değil. Ben “Normalleşmeye niyeti olan birisi bunu yapar” diyorum. Normalleşme bu değildir. Türkiye’nin normalleşmesi nedir biliyor musunuz? Türkiye’nin normalleşmesi iktidar değişikliğidir, rejim değişikliğidir, demokrasidir, demokratikleşmedir.
Kemal Can: Senin bu söylediklerin, anormallikten vazgeçilmesidir.
Kadri Gürsel: Bravo! Evet, çok teşekkür ederim. Çok değerli bir katkı sundun söylediklerime. Türkiye’yi yönetenlerin, Türkiye’yi sürekli krizlerle ve anomaliyle yönetmekten vazgeçmeleri gerekiyor. Vazgeçemiyorlar, o yüzden değiştirilmeleri gerekiyor. Yerine gelenlerin de demokrasi vurgusu yapmaları, demokratikleşmeyi ön plana çıkarmaları lâzım. Bu bakımdan, Özgür Özel’in “normalleşme” kavramını, partisi ve ülkenin ikinci partisi ya da yerel iktidarla merkezî iktidar arasındaki denklemin ana eksenine oturtması son derece yanlıştır. Ben burada böyle bir ekseni kurmam. Çok yanlış bir şey. Normalleşme bu değil.
Buradan Selahattin Demirtaş’a geçeceğim. Selahattin Demirtaş'ın Türkiye’de özgür siyâset yapmasının, dışarıya çıkmasının ve özgürleşmesinin, Türkiye’nin bu bakımdan normalleşmesine çok büyük bir katkı yapacağı kanaatindeyim. Ama bunun için, öncelikle Türkiye’nin gerçekten demokratikleşme yoluna gireceğinin sarih bir şekilde ortaya çıkması lâzım. Bu olursa şâyet, Selahattin Demirtaş’ın serbest bırakılmasının bu bakımdan bir dönüm noktası olarak idrak edilebileceği kanaatindeyim.
Araştırmaya gelecek olursak: Senin sorduğun soru, bu noktada araştırmada gördüğüm can alıcı bir eksikliği tam on ikiden vuran bir soru. Selahattin Demirtaş’ı düşünüyoruz. Selahattin Demirtaş’ın Kürtler ve Kürt seçmen nezdindeki îtibârını sorguluyoruz. Onu bu bakımdan diğer Türk siyâsetçilerle mukayese ediyoruz. Benim gördüğüm iki yeni husus var — birini sen söyledin Ruşen: Tayyip Erdoğan’ın îtibârı, Kürtler ve Kürt seçmen nezdinde çok aşağılara düşmüş. İkincisi de, Türkiye’nin “Kürt sorunu”yla ilgili… –aslında bu ifâde de Kürtler açısından son derece sorunlu bir ifâde ve kavram: “Kürt sorunu” ifâdesi, kavramı, ayrı bir konu; şu ân konumuzu değiştirmek istemiyorum– kimlik tartışması devam ediyor, ama siyâsete ilgi azalmış. Siyâsete yerelde, güneydoğu ve doğu Anadolu’da ilgi azalmış. Bâzı insanlar siyâsetten umutlarını bir miktar kesmiş gibiler. Batıda ise tersi bir durum var. Türkiye’nin Kürt realitesi, iki farklı coğrafyada iki farklı tepki veriyor. Bu yeni bir şey. Bunun nedeni de Türkiye’deki otoriter rejim. Türkiye’deki otoriter rejim, Kürt seçmenin irâdesini tanımıyor. Her seferinde kayyumlar atayarak, onların seçtiği belediye başkanlarını indirerek, bâzılarını hapse yollayarak irâdelerini hiçe sayarak, verdikleri oyun aslında hiçbir anlam ve değeri olmadığını onlara göstermiş oluyor. Bu da onları siyâsetten soğutuyor. Bu, bence yeni bir bulgu. Ama çok önemli bir eksik var ve bu eksik giderilmeden, bu araştırma havada kalıyor. Eksik şu: Bu araştırmada PKK yok. Bu araştırmada, Kürt seçmenin ve Kürtlerin siyasal şiddete –ki ona umumî kamuoyunda “terörizm” deniyor– nasıl baktıkları, onunla ilgili duygulanımları, ondan nasıl etkilendikleri yok. Bunlar hiç sorulmamış. PKK sorulmamış. Abdullah Öcalan hiç sorulmamış. Bunların sorulmamasının birçok nedeni olabilir. Bunları sorgulamayacağım.
Kemal Can: Onlar adına cevap vermiş olmayayım ama, o sunumda bunlar soruldu bu araştırmayı yapanlara. Onların da verdiği cevap, “Bu sorunun sorulabilmesi için gereken normalleşmenin olmaması” idi. Yani bu sorunun sorulamadığı bir anormal zemin var. Sâdece hukukî açıdan değil, moral açıdan da bunun sorulup, doğru cevâbın alınmasıyla ilgili bir problem olduğu için sorulamamış. 
Kadri Gürsel: Doğru doğru. Türkiye’de insanların düşüncelerini açıklamalarından dolayı cezâya çarptırılmayacaklarına güvenmeleri yetmiyor. Aynı zamanda, kendi mahallelerinde, kendi kamuoylarında, kendi topluluklarında nasıl karşılanacakları, nasıl bir muameleye tâbi tutulacakları da önemli. Ben de bunu söyledikten sonra bu tür bir reaksiyonun sizden geleceğini tahmin ediyordum. Benim cevâbım da şu: Maalesef üzülerek belirtmek isterim ki, bunların değerlendirilmediği, bunların değerlendirmeye katılmadığı bir araştırma, her yönüyle eksiktir. Türkiye’nin anomalisi nedeniyle eksik kalmış bir araştırmayı tartışıyoruz burada. Meselâ, “Siyâsal şiddetle Türkiye’nin Kürt sorunu çözülebilir mi? Silâhla bu iş olur mu?” diye bir soru sorulsa, yüzde kaçının “Evet, biz silâhla bu işi çözeriz” diyeceğini açıkçası merak ediyorum.  Bunu herkes merak ediyordur.
1978’de PKK’nın kurulmasının üzerinden 45-46 sene geçti neredeyse. İki nesilden de fazla. Bir yorgunluk olduğu kesin. Ben bunun pek çok bakımdan bir yorgunluk olduğunu düşünüyorum. Türkiye Kürt sorunundan yoruldu. Kürtler de yoruldu. Herkes yoruldu. Ama Kürt sorununu demokratikleşme tartışmaları ekseninde tartışmamak bir eksikliktir hâlâ. Kürtler, Türkiye otoriterleşmeye dolu dizgin giderken, Kürt sorununun Erdoğan’la çözülebileceği zehâbına kapıldılar. Bu kavram muhâfazakâr kamuoyunda çok kullanılan bir kelime. Daha yakın zamanda “Çözerse Erdoğan çözer” diyebilenler çıktı. Bu araştırma, Türk-Kürt sorununun ancak demokratikleşme ekseninde tartışılması gerektiği sonucunu veriyor; araştırmaya baktığım zaman ben bunu çıkartıyorum. Fakat maalesef demokrasi ve demokratikleşme kavramları da bu araştırmada pek fazla geçmiyor.

Ruşen Çakır: Evet, burada noktayı koyalım. Bir saati aştık. Kadri Gürsel, Kemal Can ve bendeniz “Haftaya Bakış”ı bu hafta böyle noktaladık. Haftaya tekrar buluşmak üzere. Hepinize çok teşekkürler, iyi günler.



 



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
21.07.2024 Yeni kutuplaşma konumuz: Sokak hayvanları
16.07.2024 Transatlantik: Trump zaferi garantiledi mi? J.D. Vance nasıl biri? Erdoğan-Esad görüşmesine doğru
14.07.2024 Din yorgunlarının ülkesi: Türkiye
12.07.2024 Ruşen Çakır, Kemal Can ve Kadri Gürsel ile Haftaya Bakış (222): Nagehan Alçı ne yapmak istiyor? Avrupa’da ve Türkiye’de sol, Erdoğan-Esad yakınlaşması olur mu?
10.07.2024 Transatlantik: İngiltere & Fransa seçimleri - İran’da Pezeşkiyan dönemi - NATO’nun 75. yılı
10.07.2024 Mesut Yeğen ile söyleşi: Yerel seçimlerden üç ay sonra CHP’nin tablosu kalıcı mı?
09.07.2024 “Schadenfreude”: Başkalarının acısına sevinmek
07.07.2024 Nagehan Alçı yalnız mıdır, değil midir?
05.07.2024 Burak Bilgehan Özpek ile söyleşi: 31 Mart’tan bu yana neler değişti, neler aynı kaldı?
05.07.2024 Ruşen Çakır, Kemal Can ve Kadri Gürsel ile Haftaya Bakış (221): Sinan Ateş Dâvâsı’ndan öğrendiklerimiz - Demiral’ın “bozkurt” sevinci - Esad ile normalleşme
21.07.2024 Yeni kutuplaşma konumuz: Sokak hayvanları
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
11.02.2016 Hesabên herdu aliyan ên xelet şerê heyî kûrtir dike
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı