Transatlantik: S-400’lerin geleceği - ABD-Çin ilişkileri - Erdoğan ve Netanyahu çatışması

28.08.2024 medyascope.tv

28 Ağustos 2024’te medyascope.tv'de yaptığımız Transatlantik’i yayına Tania Taşçıoğlu Baykal hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Transatlantik”le karşınızdayız ve bu hafta yine tam kadroyuz. Gönül Tol ve Ömer Taşpınar’la dünyayı konuşacağız. Arkadaşlar, merhaba. Tam kadro yayındayız dedim, nazar değmez inşallah, böyle gidelim. Evet, konuşacak bayağı konu var, ama öncelikle S-400’leri konuşalım istiyorum. Bugün Ekonomi ve Dış Politika Araştırmalar Merkezi EDAM’ın Direktörü Sinan Ülgen’le, sâdece S-400’ler üzerine bir yayın https://medyascope.tv/2024/08/28/rusen-cakirin-konugu-sinan-ulgen-turkiye-s-400leri-ne-yapacak/ yaptım. Kendisi bu konuya bayağı hâkim, biliyorsunuz.
Dün Cumhuriyet gazetesinde ABD’nin Ankara Büyükelçiliği’ndeki kaynaklara dayandırılarak yapılan bir haber https://www.cumhuriyet.com.tr/dunya/ankaranin-s-400leri-kutulara-koyalim-onerisinde-bulundugu-2241645 yayınlandı. Haberde, Türkiye’nin tekrar F-35 pazarlığına oturmak istediği ve bunun için de S-400’leri Amerikalılara teslim edeceği ya da onların bilgisi dâhilinde kullanmayacağı, hattâ bir ihtimal Pakistan ve Hindistan’a satacağı konusu yer alıyordu. ABD Büyükelçiliği’ndeki üst düzey yetkili, bu konuda müzâkerelerin olduğunu doğrulamış. Gönül, bu konu orada konuşuluyor mu? Yoksa bildiğimiz yılan hikâyesi mi?
Gönül Tol: Benim bildiğim ve tâkip ettiğim kadarıyla burada konuşulmuyor; ama Cumhuriyet gazetesinin yaptığı haber çok da yeni bir şey değil. Biden yönetiminin Türkiye’ye F-35 satmak istediğini biliyoruz. Türkiye de F-35’leri almak istiyor, orada bir kafa karışıklığı yok. Hatırlarsan, ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Victoria Nuland, birkaç ay önce yaptığı Türkiye ziyâretinde, “S-400 meselesi hallolursa, biz Türkiye’yi F-35 âilesine yeniden dâhil etmeyi isteriz” açıklamasını yapmıştı. Asıl anlaşılamayan şey, S-400 meselesinin nasıl halledileceği.
“S-400’leri Pakistan, Hindistan gibi Rusya’ya yakın ve Rusya’nın reddetmeyeceği ülkelere satabiliriz” fikrini Cavit Çağlar ortaya atmıştı. “S-400’leri kullanmayalım, bir depoda bekletelim. Amerikalılar da bunu kontrol etsin, denetlesin” argümanı da 2021 yılında Hulusi Akar tarafından ortaya atılmıştı. Ama Amerikalılar için bu, tatmin edici bir çözüm olmamıştı bugüne kadar. Çünkü Amerikalıların istediği şey, S-400’lerin bütünüyle Türkiye topraklarından kaldırılması. Dolayısıyla Cumhuriyet gazetesinin bu haberi yeniden bir tartışma varmış gibi lanse ediliyor, ama zâten uzun zamandır bu meseleye bir çözüm aranıyor. Ama dediğim gibi, anlaşılamayan nokta, Amerikalıların istediği ve Türkiye’nin önerebileceği şey birbiriyle örtüşmüyor. Meselâ Hulusi Akar 2021’de Girit modelinden bahsetmişti. Hatırlarsan, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, 90’lı yıllarda Rusya’dan S-300 hava savunma sistemi satın almıştı. Türkiye ile gerginlik çıkınca, Girit’e konuşlandırılmıştı bunlar. Ama S-300’ler çok da operasyonel değildi. Dolayısıyla, Hulusi Akar Girit modelini gündeme getirdiğinde, “Biz de benzer bir şey yapabiliriz” düşüncesini kastetmişti. Nereye konuşlandırmak istediği konusunda kafa karışıklığı vardı. Kuzey Kıbrıs’ı mı düşünmüşlerdi bilemiyorum. Fakat o zamanlar Amerikalılar bununla ilgilenmemişlerdi.
Bu meselede Beyaz Saray’ın yanı sıra bir de bunun Kongre boyutu var. Kongre’nin Türkiye ile sorunu sâdece S-400’ler değil. F-35’lerin satılması mevzûunda, S-400’ler Türk topraklarından bütünüyle kaldırılsa bile Kongre’nin bâzı çekinceleri var. Yunanistan’la bir süredir yakın bir savunma ilişkisi kurdu Amerika. Bu savunma ilişkisi, Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle birlikte çok daha güçlü bir hâle geldi. Amerika, Yunanistan üzerinden silâh transferi yaptı, bir lojistik ağ oluşturdu Yunanistan’da. Son yıllarda güçlenen çok daha sıkı bir Yunan-Amerikan savunma işbirliğini görüyoruz. Amerika Yunanistan’a F-35’leri verdi. Bu mesele, ABD Kongresi’nde şu çerçevede ele alınıyor: Kongre, Erdoğan’a yaklaşımında çok daha temkinli ve sert, ama ABD’nin Yunanistan’a F-35’leri vermesini Yunanistan’ın hava üstünlüğünün sağlanması ve Türkiye karşısında elinin güçlendirilmesi olarak görüyor. Amerika yıllarca Türkiye ve Yunanistan arasındaki güç dengesini gözetti. Fakat yakın bir zamanda, Türkiye’nin yanlış dış politika adımları da netîcesinde, Amerika öyle bir noktaya geldi ki, bugün “Biz Yunanistan’la çok daha yakın bir savunma ilişkisi kuracağız” diyor.
Dolayısıyla bu S-400 konusunda tabiî başkanlığa Trump seçilirse bambaşka bir şeyden bahsedeceğiz muhtemelen. Ama diyelim ki Kamala Harris seçildi. O çerçevede bu konu sâdece Beyaz Saray’ın alabileceği bir karar değil, Kongre de müdâhil olmak durumunda. Ve Kongre’nin müdâhil olduğu her resimde, F-35’lerin Türkiye’ye satışı söz konusu olduğunda, problem sâdece S-400’ler değil. O yüzden Beyaz Saray mümkün olduğunca Türkiye’den bir şeyler koparmaya çalışıyor. Meselâ S-400’lerin Türk topraklarından çıkarılması konusunda istediğini almak istiyor ki Kongre’yi daha rahat iknâ edebilsin.

Ruşen Çakır: Ömer, biz “Transatlantik”i yaptığımızdan beri S-400’leri konuşuyoruz. Türkiye, S-400’lerin alımı için 2017’de Rusya’yla anlaşıyor. 2019’da S-400’ler Türkiye’ye geliyor. Fakat 5 yıldır kullanılmadan duruyor. Aslında bir deneme yapılmış, fakat onun dışında hiç kullanılmamış. Şimdi iddia o ki “Tamam, ben bu S-400’leri kullanmayacağım, sen de beni tekrar F-35 programına dâhil et” diyor Türkiye. Biz bunları daha önce çok konuşmuştuk. Türkiye açısından F-35 programına dâhil olmanın getirdiği avantajlar vardı. Türkiye, uçakları almanın dışında, tüm sürecin bir parçası oluyordu. Hattâ bugünkü yayında Sinan Ülgen, o program dâhilinde Avrupa’daki F-35’lerin bakımının da Türkiye’de yapılacağını söyledi. Peki bunlar nasıl oldu, niye oldu? Toplam mâliyeti 2,5 milyar dolar olan S-400’lerin alımı için, yaklaşık 1,3 milyar dolar para ödenmiş Rusya’ya. O kadar para veriyorsun, hiç kullanmıyorsun. Şimdi de ABD’ye dönüp, “Ben bunları kullanmayacağım, sen beni tekrar F-35 programına dâhil et” diyorsun. Burada gerçekten çok ciddî bir olay söz konusu. Harcanan para, geçen zaman, yaşanan gerilimler… Ne diyeceğiz buna Ömer?
Ömer Taşpınar: S-400 meselesi, Türk dış politikası açısından, savunma kararları stratejisi açısından bir fiyasko hâline geldi. Kökleri, Amerika ile Türkiye arasında Suriye merkezli ciddî sorunların ortaya çıktığı, Amerika’nın PYD/YPG’ye destek vermeye başladığı, Türkiye’nin buna çok tepki duyduğu bir döneme gidiyor. Hattâ daha öncesine gidersek, Türkiye, hava sınırlarını ihlâl ettiği gerekçesiyle bir Rus uçağını vurduğunda, ortak savunma çerçevesinde 5. maddenin mobilize edilmesi için, NATO’yu 4. madde gereği hemen toplantıya çağırdı. Rusya Türkiye’den bir özür bekledi. Bu krizin sonrasında Türkiye’de darbe girişimi oldu. Erdoğan Rusya’dan özür diledi ve Rusya’nın yeşil ışık yakmasıyla Türkiye Afrin’e girebildi.
Bütün bunları düşündüğümüzde, S-400 meselesi, belki de Rusya’nın, Suriye için Türkiye’ye yeşil ışık yakmasının bir bedeli olarak da görülebilir.  Türk yetkililerle konuşulduğunda, “Biz hep Patriot füzesi de almak istedik” diyorlar. Belirli açılardan haklılar. Türkiye Patriot konusunda talepkârdı ve Amerika bazı hatâlar da yaptı. Türkiye’deki Patriot’ların, 2015’teki bu Rusya krizi döneminde bakım için çekilmesi gibi. Ama onların yerine Hollanda’dan ve İspanya’dan Patriot’lar getirilmişti. Türkiye’nin, NATO çerçevesinde Amerika’dan almak istediği füze savunma sistemi konusunda bâzı talepleri vardı: Ortak üretim, teknoloji paylaşımı, zamânında teslîmat ve fiyat konusunda esneklik bekliyordu. Amerika bunların hiçbirini yapmadı. Sonuç olarak Türkiye, “Biz istedik, ama Amerika vermedi”ye getirdi. Sonrasında S-400’lerin alımı süresinde Amerika devreye girdi ve açık açık, “S-400’leri alırsan F-35 programından atılırsınız” dedi. O dönemde Trump’tan da F-35’ler Türkiye’ye verilebilirmiş gibi yanlış mesajlar geldi. Erdoğan’la Trump arasında o zaman yakın bir ilişki vardı, Erdoğan istediği zaman Trump’a telefon edip görüşme yapabiliyordu. Trump da satmak istiyordu bunları. Türkiye 100 adet F-35 alacaktı ve F-35’lerin üretim zinciri içinde olacaktı. Sinan Ülgen’in söylediği gibi bakım meselesi Türkiye’ye milyarlarca dolar da getirecekti. Yani aslında bu, Türkiye açısından çok kârlı bir işti.
Şu anda Türkiye 5. nesil kendi savaş uçağını, millî muhârip uçağı Kaan’ı yapıyor. Onun teknolojisi açısından F-35’lerin üretim sürecinde olmak son derece iyi olacaktı. Türkiye’nin teknolojiye daha vâkıf olabileceği bir sürece girecekti. Ama Türkiye bütün bunlardan ferâgat etti. Türkiye Rusya’dan S-400’leri alınca, F-35 programından çıkartıldı. Türkiye şaşırdı, halbuki şaşırtıcı bir durum yoktu; bu çok teknik ve net bir meseleydi. Sonrasında Türkiye, “Gelin bu meseleyi konuşalım, S-400’leri F-35’lerle aynı hava sâhasında tutmanın çözümlerini bulalım. Bunları birbirinden izole edebiliriz” dediyse de, Amerika buna hiç yanaşmadı. Zâten ABD Kongresi’nin yasasında, eğer F-35’ler Türkiye’ye tekrar girecekse, S-400’lerin Türkiye topraklarının dışına çıkarılması şerhi var.
Bu arada Victoria Nuland’ın “Sizi F-35 âilesine geri alalım” demesi de teknik olarak mümkün değil.
Gönül Tol: Satış mümkün sâdece; üretim sürecine giremiyoruz.
Ömer Taşpınar: Âileye almak konusunu tekrar üretim sürecine alalım olarak anlıyorum. Öyle bir şey mümkün olmayacak. Çünkü Türkiye’nin yerine başka firmalar dâhil oldu ve şu anda Türkiye sürecin dışında. Bu arada, Türkiye, 4. neslin modern varyantlarını almak için F-16V dediğimiz modernizasyon kitini almak için bile takvimde geriye düşmüş durumda. Modernizasyon kiti daha erken gelecek olsa bile bunların Türkiye’ye teslîmâtı en az 2-3 yılı bulabilir. Benim bildiğim, F-35’ler konusunda da çok ciddî bir sıra var. İskandinav ülkeleri Finlandiya ve İsveç’in girmesi F-35’ler konusunda sırayı daha da uzattı. Türkiye’nin şu anki bütçesiyle 23 milyar dolarlık F-16V siparişi var. Bu çok büyük bir para. Bir de bunun üstüne F-35 almaya karar verse, parasını bulsa bile uzun bir sıra var. Türkiye F-35 trenini çok ciddî hatâlarla kaçırdı. Ben CHP’nin yerinde olsam bunu çok ciddî kullanırım. Türkiye’nin son yıllardaki en büyük stratejik hatâsı. Bu iş Türkiye açısından bir rezâlet hâline geldi. Milyarlarca dolar kaybetti Türkiye. Rusya’dan aldığı füze savunma sistemini kullanamıyor.
Yunanistan’la kıyasladığımızda; Yunanistan’ın daha modern bir filosu var. Türkiye yaşlanmış F-16’larla devam ediyor. Tabiî, tamam, bir başarısı var; yani Kaan konusundaki başarıyı küçültmek istemiyorum, ama o bir süreç. Test uçuşu yapıldı, motorun Türkiye de yapılamayacağı şu anda âşikâr. O konuda nereye gelineceğini teknik uzmanlarla konuşmak gerek. Ama F-35 projesine girilseydi, o konuda da çok daha rahat bir yerde olurdu Türkiye. Benim bildiğim, Türkiye’nin realist şansı F-16’lardan daha fazla Eurofighter alması. Almanya şerhi kaldırdı, ama orada bile bâzı pürüzler çıkabilir. O nedenle, Cumhuriyet gazetesinin o haberi, yani Türkiye’nin “F-35 projesine geri gelmek istiyoruz” demesi sâdece Türkiye’de konuşuluyor. Amerika’da hiç gündemde değil. Zâten çok da gerçekçi değil. Türkiye’nin şu aşamada böyle bir şey söylemesi, önümüzdeki bir yıl içinde Türk Hava Kuvvetleri filosuna geleceği anlamına gelmez. Türkiye şu anda F-16’ları bile alamıyor durumda.
Gönül Tol: Önemli bir konu daha var. Detayları bilinince herhalde bir gün yazılacaktır. Yani bu S-400 karârı nasıl alındı? Ömer’in söylediğine katılıyorum. Bence o karârın özünde ve Türkiye’nin Rusya’yla yakınlaşmasının özünde Suriye’de olanlar yatıyor. Yani aslında Suriye meselesi bir anlamda hem Türkiye’nin Amerika ile stratejik ittifâkının sonunu getirdi hem de Rusya ile Türkiye’nin stratejik ittifâkını doğurmuş oldu. 2015 yılı çok önemli. Çünkü 2015 yılı sâdece Türkiye’nin Rus savaş uçağını düşürmesi ve bundan sonra yaptırımlar gelmesi vs. değil, aynı zamanda Erdoğan’ın şunu anladığı yıl: Rusya 2015 yılında askerî olarak Suriye’ye müdâhil oldu; Erdoğan NATO’nun yardımını talep ettiğinde, NATO yanında durmadı. Amerika Patriot’ların bir kısmını çekti. Yani 2015 yılı Erdoğan açısından yeni bir resmin ortaya çıktığı bir yıldı. Neydi o yeni resim? “Ben kendi güvenliğim için NATO’ya ve Amerika’ya güvenemem. Rusya ile çalışmak zorundayım.” Çünkü hatırlarsan, o dönem Suriye’ye girmek istiyordu Erdoğan. Her zaman Suriye’ye asker sokmak istiyordu. Fakat askerin içindeki bâzı kesimler buna kesinlikle karşı çıkıyordu — tâ ki darbeye kadar. Darbe kalkışmasından sonra o kesimler de Erdoğan’a bağlılıklarını ispatlamak için buna “Tamam” dediler.
2015 yılında Erdoğan şunu fark etti: “Ben eğer Suriye’ye girmek istiyorsam, Suriye’nin hava sâhasını Rusya kontrol ediyor. Ben Rusya’nın desteği olmadan Suriye’ye giremem. Bu nedenle Rusya’yla çalışmak zorundayım”. İşte bu anlayışın netîcesinde S-400’ler alındı. Şunu da söyleyip bitireyim: Bence Akkuyu Nükleer Santral Anlaşması’nın da bir parçası dahi olabilir. 2010’da yapıldı o anlaşma; ama S-400’ler o anlaşmanın da bir parçası olabilir. Çünkü bu kadar kritik bir altyapı tesisini sizin korumanız gerekiyor ve belki de S-400’ün alınma sebeplerinden bir tânesi oydu. Tabiî bu sâdece bir tahmin.

Ruşen Çakır: Şimdi konuyu Türkiye’nin bir başka sorunlu ilişkisine, İsrail meselesine çevirelim. Aslında “sorunlu” diyorum, ama ilişki pek yok. Türkiye-İsrail ilişkileri sürekli çok garip bir grafik izliyor. Şu anda da bayağı diplerde. Her ne kadar büyükelçi hâlâ orada olsa da, Türkiye ile İsrail ilişkileri kopmuş gibi diyelim. Gönül, sizin Ortadoğu Araştırmaları Merkezi’nde bu konuyu masaya yatırdığınızı biliyorum. Eski Ankara Büyükelçisi dâhil olmak üzere bayağı yetkin isimler vardı orada. İnsanlar ne düşünüyor? Türkiye-İsrail ilişkilerinin düzelme ihtimâli var mı? Ama daha önemlisi, Türkiye-İsrail ilişkilerinin bugünkü hâli bölgede nelere yol açıyor?
Gönül Tol: Evet Ruşen, tam olarak bunları tartıştık. ABD’nin Ankara Büyükelçisi David Satterfield Amerika’nın Ankara Büyükelçisi — ki 2024 yılında Beyaz Saray’ın Gazze’ye İnsânî Yardımdan Sorumlu aktörü hâline geldi. Satterfield hem İsrail’i bilen hem Türkiye’yi bilen ve bu anlamda da önemli bir isim. Panelin asıl sorduğu, “Erdoğan bu ilişkiyi nereye götürmek istiyor?” sorusuydu. Hatırlarsan, 2010 Mavi Marmara olayından sonra Türkiye-İsrail arasındaki diplomatik ilişkiler çökmüştü. O diplomatik ilişkilerin yeniden onarılması yıllar aldı. “Türkiye-İsrail ilişkileri yeniden oraya döner mi?” sorusunu yanıtladı David Satterfield. İkincisi de, bir başka aktör, meselâ “Amerika gibi bir aktör iki ülkenin arasını düzeltmek için araya girebilir mi? Ya da hangi aktör bu ilişkileri düzeltmek için bir rol oynayabilir?” sorusu soruldu. David Satterfield, “Ben Erdoğan’ın bunu yapmak zorunda kaldığını düşünüyorum. Yani ilişkilerin bu kadar dibe batması, Erdoğan’ın tercih ettiği bir şey değildi” diye cevapladı. Ben buna yüzde yüz katılıyorum. Zâten hatırlarsanız, 7 Ekim saldırısının ardından İsrail’le ticâretin hâlâ devam ettiği aylar sonra fark edildi — tâ ki yerel seçimlerde Yeniden Refah Partisi yükselene kadar. Seçim öncesinde Yeniden Refah bu meseleyi çok gündeme getirince Erdoğan adım atmak zorunda kaldı ve ilk attığı adım kısmî olarak ticâret yasağı getirmesiydi. Sonra içeride kendi muhâfazakâr tabanından gelen baskı arttı. Erdoğan’ın seçim konuşmasını hatırla. Gerçekten de seçim yenilgisinin sebeplerinden birisi olarak bunu gördü. Çünkü “Biz Gazze’deki tutumumuzu seçmenimize iyi anlatamadık” açıklamasını yaptı.
Dolayısıyla Erdoğan Türkiye-İsrail ilişkilerini 2010’da yaşanan Mavi Marmara olayından sonraki sürece getirmek istemedi. Çünkü bugün ekonomik olarak çok sıkıntı çekiyor ve bu ekonomik sıkıntılar nedeniyle oy kaybediyor. Bu nedenle de hem bölge ülkeleriyle, İsrail’le, hem Amerika’yla 2019’dan îtibâren bir U dönüşü görüyoruz. Herkesle barışıyor, herkesle el sıkışıyor, herkesle öpüşüyor. Böyle bir dönemde yeniden İsrail’le ilişkilerin dibe batmasını istemez Erdoğan. 7 Ekim’den bu yana verdiği kararlar çok netti. Sonra, “İsrail’le ticâreti tamâmen kesiyoruz” dedi. Ama onun da doğru olmadığını anladık. Ticâret tamâmen kesilmedi. Azerbaycan petrolü hâlâ Türkiye üzerinden İsrail’e akmaya devam ediyor. Bugün bile öyle ve pek çok şeyin Yunanistan üzerinden İsrail’e yeniden satıldığını gördük. Bu arada Filistin tarafına da ihrâcat çok artmış. Dolayısıyla ticâretin kesilmesi söz konusu değil. Bu, Erdoğan’ın istediği bir şey de değil.
İkincisi, Erdoğan’ın bunu yapmak zorunda kaldığını nereden anlıyoruz? Bütün eleştirilerinde bütünüyle İsrail’i değil, Netanyahu’yu hedef aldı. Çünkü Erdoğan’ın beklentisi, Netanyahu’nun gitmesiydi. Çünkü 7 Ekim’den îtibâren İsrail’de protestolar başladı. Erdoğan, “Kendi halkı Netanyahu’yu indirecek, Netanyahu gittiğinde de ben İsrail’le ilişkilere hiçbir şey olmamış gibi devam ederim” düşüncesi vardı. Üçüncü gösterge, 2010’da olduğu gibi, yeniden İstanbul’dan bir insânî yardım filosunun yola çıkmak üzere olduğu haberi çıktı ve Türkiye’nin bunu bloke ettiği söylendi. Bu da bana şunu gösteriyor: Erdoğan bütünüyle köprüleri atmak istemiyor, çünkü atamaz. 2010’daki konjonktürden çok farklı. 2010’da çok güçlü bir Erdoğan vardı, Türkiye ekonomisi bu durumda değildi. Seçim kazanan, seçmen kazanan bir Erdoğan vardı. Bugün öyle bir Erdoğan yok. O nedenle, bütün o çarpıcı retoriğine, radikal söylemine rağmen, Erdoğan arka planda mümkün olduğunca bu ilişkideki tansiyonun büyümesini engellemek istiyor. Bence, Gazze’de olacak bir ateşkesle, Erdoğan bir başka U dönüşü yapabilir.
Bunun bölgesel sonuçları ve Türkiye açısından sonuçları ne olabilir? İsrail tabiî ki bir NATO üyesi değil, fakat NATO’nun önemli bir müttefiki statüsü var. Bu çerçevede de NATO ve İsrail arasında ciddî bir işbirliği var. Türkiye bunu veto ediyor. “İsrail, Gazze’de ateşkes olana kadar NATO ile çalışamaz” diyor. Siber suçlardan tutun, kritik enerji altyapısının korunmasına kadar bir dizi işbirliğini bloke etmiş oluyor.
Bunun ikinci sonucu, enerji konusundaki Türk-İsrail işbirliği. 2010 yılında İsrail açıklarında ciddî bir doğalgaz rezervi bulundu ve bu dönemden îtibâren Türkiye ile ilişkiler de kötü olduğu için, İsrail Yunanistan’la, Kıbrıs’la, Mısır’la müzâkerelere başladı. Bunların aranması, çıkarılması ve Avrupa pazarlarına ulaştırılabilmesi için, böyle bir enerji ittifâkı kurdu. 2022 yılında Türkiye ile ilişkiler normalleşince, İsrail bu sürece son verdi. Ama şimdi Yunanistan ve Kıbrıs’la bu müzâkereler yeniden başlayabilir. Bir başka sonucu da bu olabilir.
Üçüncü olarak da Gazze’nin yeniden inşâ edilmesi meselesi. Erdoğan buna çok gönüllü. Tabiî nerede inşaat projesi varsa Erdoğan’ın gözleri parlıyor. O açıdan Gazze’de de olmak istiyor. Tabiî bir ateşkes olsa bile İsrail tarafı buna karşı çıkabilir. Ama bu bütünüyle Türkiye devreden çıkmış demek değil. Birleşmiş Milletler’e göre Gazze’nin yeniden inşâsı 80 yıl alacak. O nedenle o kapı Türkiye için tamâmen kapanmış değil. Ama şimdilik, özellikle Netanyahu baştayken bu sorunlar devam edecek gibi görünüyor.

Ruşen Çakır: Dün iki İslâmcı ile sohbet ettim. Bu isimler Erdoğan’ı ve İsrail’i eleştiren İslâmcılar. Filistin meselesini konuştuğumuzda, az önce tam da Gönül’ün de bahsettiği şeyin altını çizdiler: “Erdoğan, ‘Bibi’ diyor, başka bir şey demiyor. İsrail’den çok, Bibi’ye karşıymış gibi yapıyor, Bibi giderse her şey yine normal olacak diye düşünüyor” dediler. Olay bu kadar basit mi?  Diyelim ki Bibi bir şekilde gitti ve yeni gelecek olan yönetim politikayı çok fazla değiştirmedi. Bu kadar basit mi? Ama öte yandan Gönül’ün de söylediği gibi, Türkiye ve İsrail’in bölgede birbirleriyle bu kadar uzakta olması, aslında eşyanın tabiatına aykırı da bir durum. Bir şekilde bu iki ülkenin birbirleriyle olan ilişkilerinde bir yakınlaşma olması da gerekiyor. Ne dersin? Olayın kilidi Bibi mi? Ya da İsrail Dışişleri Bakanı’nın dediği gibi Erdoğan mı?
Ömer Taşpınar: İsrail açısından olayın kilidi Erdoğan, orası kesin. İsrail’in bakış açısında, Türkiye Müslüman Kardeşler tarafından yönetiliyor. Erdoğan da Müslüman Kardeşler’in başındaki kişi. Hatırlarsan, Davos’ta sahnede Netanyahu yoktu, Şimon Peres vardı. Davos’taki o “One Minute” olayında Şimon Peres vardı. Biliyorsun Şimon Peres, İsrail’de Netanyahu'nun tam karşısında duran bir isimdi. Oslo Barış Süreci döneminde, İsrail’de yine farklı bir ortam vardı. İsrail’in demografisi, 90’lı yıllarda Rusya’dan gelen Yahudiler ve aynı zamanda Ortodoks Haredi dediğimiz Yahudilerin inanılmaz şekilde çocuk yapmaları ve 7-8-9 kişilik âileler oluşmasıyla, demografi sağa kaydı. İsrail’de, bu sağa, radikal kökten dincilere giden gidişâta baktığımızda, Netanyahu bile bâzen merkezde kalabiliyor. Netanyahu'nun kabinesindeki isimler, bir bakıma İsrail’de gelecekte daha da sık görebileceğimiz isimler. Bunlar, dediğim gibi Ortodoks radikal ve neredeyse faşist diyebileceğimiz isimler. Bu, İsrail’de demografik ve yerleşkelerle gelen de bir gerçek.
Fakat dediğin gibi, Türkiye-İsrail ilişkileri böyle olmak zorunda değildi. Birleşik Arap Emirlikleri’nin, Umman’ın, Fas’ın, Sudan’ın imzâladığı İbrahim Anlaşmaları’nın, bölgede yeni bir paradigma yarattığını söylüyorlar. Türkiye, 1947’de kurulur kurulmaz İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke oldu. 1997’de Refahyol döneminde, Savunma Bakanı Daniel Levi Türkiye’ye geldi. O zamanlar Türkiye’de askerî vesâyet vardı ve Türk Silâhlı Kuvvetleri İsrail’le stratejik ortaklık anlaşması imzâlamıştı. Konya Askerî Üssü’nde İsrail Hava Kuvvetleri’nin tatbîkat yapmasının önünü açan 1997’deki anlaşmayı, Refahyol hükûmetinin başbakanı Erbakan, istemeye istemeye, askerlerin baskısı altında imzâlamıştı. Erbakan aslında bu konularda daha içi dışı bir bir İslâmcıydı. Türkiye’de Erbakan’dan sonraki İslâmcı döneme baktığımızda, gerek Fethullahçılar olsun, gerek Erdoğan gibi benim daha pragmatik İslâmcı olarak gördüğüm isimler olsun, bunlar oportünist bir şekilde her zaman antisemitizme inanıyorlar. Antisemitizm gözlerinde bir gerçek. “Dünyayı Yahudiler yönetiyor” komplosu var. Dünyada Yahudiler çok güçlü, ama Fethullahçılar iktidâra yakın oldukları için veya Erdoğan iktidâra geldiği için, “İsrail’le iyi geçinmek lâzım. Çünkü dünyayı bunlar yönetiyor. İsrail’le iyi geçinirsek, Amerika’yı da bir şekilde arkamıza almış oluruz” bakış açısı var — ki bu Türkiye’de bir sürü açıdan hâlâ devam eden bir bakış açısı. İslâmcı kesimde de var bu bakış açısı. Dolayısıyla ben Erdoğan’ın prensipte İsrail’le iyi ilişkilere karşı olmamasına şaşırmıyorum. Sonuçta bir barış süreci olması önemli. Oslo Barış Süreci hem Türkiye’de kamuoyunun hem de sistemin bir şekilde bunu meşrû görmesini sağlıyordu.
Ama barış süreci bittikten sonra, her Filistin meselesinde, Türk televizyonlarında, ölen çocuklar, âileler, siviller gösterildiğinde, Türkiye’deki kamuoyu da, “Bu İsrail Hava Kuvvetleri bizim ülkemizde tatbîkat yapıyor. Nasıl olur?” diye tepki göstermeye başladılar. Zâten 2008’den, 2009’dan sonra yavaş yavaş gerilen ilişkiler –ki o döneme kadar Türkiye, Suriye ile İsrail arasında arabuluculuk bile yapıyordu– bu temelde Gazze merkezli çıkan sorunlar, Hamas’ın iktidâra gelme durumu, Türkiye’nin Hamas’ı desteklemesi… bütün bunlar ilişkilerde yapısal sorunlar hâline geldi. Ama birkaç ay öncesine kadar, İsrail-Türkiye ilişkilerinde bütün krizlere rağmen, ekonomik ve ticârî ilişkiler artarak devam ediyordu. Bu, Türkiye’de özel sektörün de son derece pragmatik olduğunu gösteriyor.

Ruşen Çakır: Ömer, pardon sözünü kesiyorum. Bir iddiaya göre, ticâretin tamâmı olmasa bile önemli bir kısmının, Yunanistan, Kıbrıs, hattâ Filistin üzerinden yapıldığı yolunda çok ciddî iddialar var.
Gönül Tol: Ben bunu Twitter’da da yazmıştım. Maalesef Filistin halkının gerçekten kaderini belirleyen, bu kadar çâresizliğe terk eden, sâdece İsrail değil, aynı zamanda Arap ve Müslüman liderler. Dün okudum, meselâ Sisi bile İsrail ticâretine yardım ediyor. Dört-beş limanı İsrail’in kullanımına açmış. Dolayısıyla çıkarlar söz konusu olduğunda herkes prensiplerden vazgeçiyor.
Ömer Taşpınar: Şöyle bitireyim Ruşen. Bölgede ciddî devlet geleneği olan üç tâne ülke var. Türkiye bunların en önemlisi sayılabilir, bir tânesi İran, bir tânesi de Mısır. İsrail de 1947’de son derece güçlü bir devlet kurdu. Bunların iyi geçinmemesi için fazla bir neden yok. Zâten İran, Şah döneminde İsrail’le çok iyi geçiniyordu. İslâm Devrimi’nden sonra aralarındaki sorunlar büyüdü. Türkiye’nin, yakın geçmişe kadar İsrail’le ilişkileri belli. Mısır da İbrahim Anlaşmaları’ndan önce, Ürdün’le berâber Barış Anlaşması imzâlamış bir ülke. Ama bölgedeki ciddî devlet geleneği olan ülkelerin İsrail’le anlaşma yapabilmeleri için, Filistin meselesinde kozmetik de olsa, kendi kamuoylarını rahatlatacak bir dönem olmalı. Otokrat olmalarına rağmen bunların kamuoyları var ve İsrail tarafından Filistinliler öldürüldüğünde, kamuoyunda ciddî bir tepki oluşuyor. O yüzden İsrail’in, demin bahsettiğim demografik ve siyâsî nedenlerle iki devletli çözümden uzaklaşması, uzun vâdede Türkiye’nin ve Mısır’ın da elini zorlar. Netanyahu meselesi Netanyahu’dan ibâret değil. Netanyahu bir sonuç belki de; İsrail siyâsetinin ortaya çıkardığı bir sonuç. Artık İşçi Partisi diye bir parti yok İsrail politikasında. Sol eridi. Tamam, Netanyahu sağ radikal bir isim olabilir, ama bu tür isimler devam edecek gibi geliyor bana. O nedenle Filistin meselesinde bir çözüm de zorlaşıyor. Türkiye’de kamuoyunun tepkisi gayet anlaşılır. Gazze’de olanlar radikal olarak değiştirecek gibi geliyor, Mısır’ın da elini zorlayacak. Dolayısıyla İsrail’deki gidişat iyi bir gidişat değil.

Ruşen Çakır: Evet, programı kapatmadan önce biraz uzaklara, ABD-Çin ilişkilerine gidelim. Trump, baş rakip olarak Çin’i görmüştü. Biden da öyle görmek istedi, ama savaş şu bu derken işler iptal oldu. Şimdi, ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan Çin’de. Ne konuşuyorlar, ne yapıyorlar? Tabiî olayın birçok boyutu var, ama bir yerinde muhakkak bir Tayvan boyutu vardır herhalde.
Gönül Tol: Evet. Hatırlarsan geçen yıl bu zamanlarda bir “casus balon” olayı vardı, Çin’e âit bir balon Amerikan semâlarında gezinmiş ve çok büyük kriz yaratmıştı. Ondan sonra iki ülke arasında bir stratejik kanal kurulduğu söyleniyor. Hattâ Jake Sullivan geçen yıl Çin Dışişleri Bakanı’yla sessiz sedâsız, gizli bir şekilde Viyana’da buluştu. Burada amaç mümkün olduğu kadar ikili ilişkilerde tansiyonu düşürmekti. Jake Sullivan ve Çin Dışişleri Bakanı’nın çok samîmî bir şekilde meseleleri uzunlamasına ve derinlemesine tartışabilmeleri için bu görüşmelerin olabildiğince az insanla yapıldığı söylendi. Aslında Çin de bunu istedi. Biden yönetimi uzun bir süre Çin’in gerçekten böyle bir inisiyatifin parçası olup olmayacağından emin değildi, ama olmaya karar verdi. Meselâ 2022’de ilişkiler çok kötü bir durumdaydı. Hatırlarsan, o dönemde Sözcü Nancy Pelosi Tayvan’a gitmişti. Onlarca yıl sonra Tayvan’a ilk kez böyle yüksek profilli bir ziyâret oluyordu ve Çin’i kızdırmıştı bu. Çin buna yanıt olarak, Amerika ve Çin arasındaki askerî iletişim kanalını kesmişti, balistik füze fırlatmıştı, Tayvan’ın etrâfındaki askerî aktivizmini artırmıştı. Çin tarafı buna çok öfkelenmişti. Sonrasında, bu tırmanan gerginliği düşürmek için böyle bir stratejik kanal kuruldu iki ülke arasında. Şimdi yeniden o askerî iletişim kanalları açıldı ve Jake Sullivan da galiba üçüncü görüşme için Çin’e gitti ve Çinli yetkililerle bu görüşmeleri yapıyor.
Çin tarafından bakıldığında, en öncelikli mesele Tayvan tabiî ki. Amerika’nın Tayvan’ı silâhlandırma ve askerî eğitim verme çabaları vardı. Çin kesinlikle bunu bir kırmızı çizgi olarak görüyor. Hatırlarsan, Amerika bilgisayar çipleri, yapay zekâ sistemleri gibi yüksek teknolojik ürünlere ihrâcat kısıtlamaları getirmişti. Bu ihrâcat konusu Çin açısından çok önemli. Bunu tamâmen düşmanca alınmış bir tavır olarak görüyor. Amerikan tarafı da, “Sonuçta biz rakibiz, iki rakip bu tür şeyler yapabilir” diyor. Hayır, Çin bunu bir düşmanca davranış olarak nitelendiriyor ve bu konuda da çok net. “Siz serbest ticâretin önünde bir bariyer yaratıyorsunuz, bu kabul edilemez” diyor. Üstelik sâdece Amerika değil, Amerika’nın müttefikleri, hattâ Türkiye bile Çin ürünlerine vergileri artırdı. Meselâ Kanada, Çin elektrikli araçlarına %100 vergi getirdiğine dâir açıklama yaptı. Bütün bunlar Çin’i çok rahatsız ediyor ve Jake Sullivan’la bunları konuşmak istiyor.
Amerika açısından ise Çin’in Ukrayna konusunda Rusya’ya destek vermesi çok rahatsızlık yaratıyor. Amerikan tarafı, “Biz savaş ve gerginliğin tırmanmasını istemiyoruz” mesajı veriyor. Şimdi her iki tarafın da böyle bir kanal açıyor olması pozitif bir durum. Fakat Trump’ın başkanlığa gelme ihtimâli büyük bir mesele olarak ortada duruyor. Çin o yüzden de Jake Sullivan’la konuşmak için bu kadar gönüllü. Çünkü Trump gelirse her şey iyice sarpa saracak. O yüzden, yeni yönetimden önce, mümkün olduğu kadar Biden yönetimiyle bâzı şeylerin altyapısını hazırlamak istiyor. Bir de, Çin tarafı Kamala Harris’e de yatırım yapmak istiyor; çünkü Kamala Harris seçilirse, Jake Sullivan’ın yönetimde kritik bir rol oynayacağına inanıyor. Bundan ben de Ömer de çok emin değiliz. Biden ekibi nasıl bir rol oynar bilemiyorum, çünkü Kamala Harris’in başkan yardımcılığı döneminde, Biden ekibiyle çok gerginlik yaşanmıştı. Ama Çin’in böyle bir beklentisi var.
Onun dışında, konuşulan farklı konu başlıkları var. Meselâ Fentanil meselesi çok önemli. Fentanil, tıbbî tedavide kullanılan, aslında bir tür uyuşturucu. Ancak, sentetik uyuşturuculara karıştırıldığında büyük bir tehlike yaratıyor. Geçen yıl aşırı doz Fentanil kullanımı nedeniyle 110 bin kişi ölmüş Amerika’da. Çin, Fentanil yapımında kullanılan yasadışı kimyasalların üretim merkezi. Amerika’nın bu konuda Çin üzerinde çok ciddî bir baskısı var. Çin de bunun üretiminin ve Amerika’ya transferinin kısıtlandırılması konusunda gönüllüydü. Fentanil meselesi gerçekten çok çok önemli. Konuşulan diğer bir konu başlığı da iklim değişikliği. Çin ve Amerika bu konuda yakın işbirliği yapıyor.

Ruşen Çakır: Ömer, biliyorum şimdi için gidiyordur, dünkü Galatasaray hezîmetini konuşalım istiyorsun; ama sana bu şansı vermeyeceğim. Yayını, “Ne olacak bu Amerika’yla Çin’in hâli?” sorusuna cevap alarak bitirelim.  Gönül’ün bıraktığı yerden devam et. Maç konusuna kesinlikle girmeyeceğiz
Ömer Taşdemir: Onun yerine Beşiktaş’ın önlenemez yükselişinden bahsedebilirim birazcık.

Ruşen Çakır: Buyur, devam et.
Ömer Taşdemir: Gönül ABD ve Çin arasında konuşulacak konuları güzel toparladı. En son bahsettiği Fentanil meselesi belki de en âcil konulardan bir tânesi. Daha çok Meksika sınırından geliyor, ama Çin’de üretiliyor ve çok da ucuza üretiliyor. Trump konusunda Çin’in ilginç bir pozisyonu olabilir. Trump en son yaklaşık 10 gün önce Bloomberg’e bir söyleşi verdi. Kendisine, “Tayvan işgale uğrarsa Tayvan’ı savunacak mısın?” diye çok net bir soru soruldu. “Çin’in Tayvan’la arasında 100 km, bizimle arasında da 15 bin km var. Coğrafya olarak çok zor. Ayrıca Tayvan bize ekonomik olarak da fazla bir şey getirmiyor. NATO ülkeleri bize paralarını nasıl ödemiyorlarsa, Tayvan da bize doğru dürüst bir şey ödemiyor. Biz adamların her şeyini yapıyoruz. Mikroçip işimizin hepsini almışlar, bütün dünyada bir tekel kurmuşlar” diye cevap verdi. Ben Tayvanlı olsam, böyle bir adamın başkan olmasından çok rahatsız olurdum.
Bir de Trump’ın şöyle bir iddiası var: “Ben Şi Cinping’le oturur, ticârî anlaşma imzâlarım, onları zorlarım, tarifeler getiririm. Onlar da benim yapacağımı söke söke kabul ederler”. Aslında Trump’ın söylediği, “Çin’le ticârî konularda da anlaşırım” yönünde. Trump’ın gelmesi, bahsettiği korumacı yöntemler, tarifeleri %60’a çıkarmaktan bahsediyor, Çin açısından baktığımızda Trump’ın gelmesi ticârî açıdan kötü ve negatif bir gelişme olur; ama Biden’ın kalması veya Harris’in kazanması da çok iyi bir şey olacak anlamına gelmiyor. Amerikan Kongresi’nde hem Demokratların hem Cumhuriyetçilerin üç aşağı beş yukarı aynı fikirde oldukları tek konu var: O da Çin’e karşı ekonomik açıdan uygulanması gereken korumacı yöntemler. Bir bakıma son seçimlerde şu mesajı da vermiş olabilir: Amerika, seçimlere karışma ve siber atak gibi konularda rahatsız. Dünyada siber gücüyle Amerikan seçim sistemini veya Amerika’daki sosyal medya algoritmalarını etkileyebilecek birkaç ülke var. Bunların başında Rusya geliyor. Bir diğeri Çin. İran ve Kuzey Kore’nin de etkileyebildiği söyleniyor. Bunların hepsi, aynı zamanda Amerika’yla son derece sorunlu ülkeler. Bu ülkelerin, Amerikan seçimleri üzerinde, bu kadar teknolojiye bağlı olan bölgelerde, özellikle eyâletlerde etkisi olması da Amerika açısından rahatsız edici. O konuda da bir mesaj vermiş olabilir.
Şu konuyla bitiriyorum sözlerimi: Bence Amerika-Çin ilişkilerinde en zorlayıcı mesele, önümüzdeki dönemde Çin’deki ekonomik çöküş olacak. Çin artık %4’le kalkınıyor; o %10’la kalkınma dönemi bitti. Çin’in müthiş bir sanâyi kapasitesi var, fakat bu sanâyi kapasitesini artık ihrâcâta doğru yönlendirdiğinde, dünyadaki korumacı yöntemler nedeniyle istediği kadar ihrâcat yapamıyor. Dolayısıyla Çin ekonomisi üretimden tüketime geçemedi bir türlü. Orada, hizmet sektörü üzerine kurulu, Çin’in orta sınıfını üst orta sınıf hâline getirecek bir geçiş dönemine geçemedi. Çin Komünist Partisi bunu siyâsî nedenlerle yapamıyor. Çünkü bütünüyle tüketim toplumuna geçerse kontrolü kaybedebilir. Daha talepkâr bir orta sınıf, ekonomik özgürlüğünü ciddî olarak kazanmış bir sınıf, siyâsî özgürlükler de bekleyebilir. Dolayısıyla Çin Komünist Partisi’nin başındaki Şi Cinping, ancak %8-9’luk ekonomik kalkınmayla Çin Komünist Partisi’nin ve kendisinin iktidarda kalabileceğinin farkında. Yüzde 4’lük bir kalkınmayla, eninde sonunda ülkede işsizlik başlayacak ve ekonomik sorunlar büyüyecek. Otoriter rejimlerde en sağlam taktik, ekonomik sorunlar büyüdüğünde halkı dış politikaya yönlendirmektir. Yani, şâhin dış politika adımlarıyla iktidârı bir şekilde konsolide etmektir. Onların da atacağı şâhince adım Tayvan konusunda olabilir. Dolayısıyla Amerika’da 5-10 yıl içinde Çin’in Tayvan’a saldıracağı ve bu konuda Amerika’nın da ne yapacağı konusunda çok analiz yapılıyor.
Özellikle bizim askeriyede bu konuyla ilgili neredeyse bir obsesyon var. Teorik olarak baktıkları simülasyonlarda da çok zor; güçlenmiş bir Çin donanmasının ve hava kuvvetlerinin 100 kilometre ötedeki bir adayı almalarını engellemek için bir abluka yaratmaları, Çin-Amerika savaşına neden olabilir. Ama bunun temelinde Çin’deki ekonomik kötü gidişat olacak bence. Çünkü Çin ekonomisi %10’la kalkınıyor olsa, bir şekilde böyle bir şeye girişmezler, yollarına devam ederler. Ama Çin’deki ekonomik gidişat kötüleştikçe, Tayvan’a yönelik bu tür şâhince adımlar da olabilir. Beş on yıllık bir analiz yapmak gerekirse Çin ve Amerika ilişkilerinin zor bir döneme girdiğini söyleyebilirim.

Ruşen Çakır: Ömer, demin “Şu konuyla bitirmek istiyorum” deyince yine yüreğim ağzıma geldi. Bereket Çin’le devam ettin.
Ömer Taşpınar: “Beşiktaş” diyerek bitirmek istiyorum.

Ruşen Çakır: Çin-Amerika ilişkilerini bilmiyorum, ama bizim durumumuz pek parlak değil. Evet, Gönül Tol ve Ömer Taşpınar’a çok teşekkürler. “Transatlantik”e burada nokta koyalım. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
15.09.2024 Erdoğan’ın “din düşmanları”na ihtiyacı var
08.09.2024 Erdoğan genç teğmenlerden rahatsız
06.09.2024 Ruşen Çakır, Kemal Can ve Kadri Gürsel ile Haftaya Bakış (230): CHP iktidara yürüyor mu? Sisi-Erdoğan kavuşması - Teğmenlerin kılıçlı yemini
05.09.2024 Bir mozaik olarak Türkiye (4): Pakrat Estukyan Türkiye’de Ermeni olmayı anlatıyor: “Yegâne talebimiz eşit yurttaşlık”
04.09.2024 31 Mart’ta AKP ile seçmeni arasında ne oldu? Feyza Akınerdem ile söyleşi
04.09.2024 Transatlantik: Sisi-Erdoğan kardeşliği, BRICS Türkiye’ye ne katar? Netanyahu neden ateşkes istemiyor?
03.09.2024 “Erdoğan iyi, çevresi kötü” önermesinde son durum
02.09.2024 Kara Harp Okulu’ndaki “Subaylık Yemini” olayı: Hakan Şahin ile söyleşi
01.09.2024 Ayrılar aynı yerde: Kuvvet komutanları, HÜDA PAR, MHP…
31.08.2024 Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın Atatürk’le alıp veremediği ne olabilir?
15.09.2024 Erdoğan’ın “din düşmanları”na ihtiyacı var
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
11.02.2016 Hesabên herdu aliyan ên xelet şerê heyî kûrtir dike
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı