Türkiye’de milliyetçilik İslâmcılığı nasıl rehin aldı?

22.07.2024 medyascope.tv

22 Temmuz 2024’te medyascope.tv'de yaptığım değerlendirmeyi yayına Gülden Özdemir hazırladı

Merhaba, iyi günler. 15 Temmuz’da MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin Özel Harekât’ı ziyâretinde, Özel Harekât Dâire Başkanı Süleyman Karadeniz’in onun elini öpmesinin fotoğrafı, mâlûm, çok meşhur. Bu günlerdir aklımda. Bir şeyler söyleyeyim diyorum, yazayım diyorum, hep erteliyorum. Ama artık daha fazla bunu ertelemek istemiyorum. Bu biraz bireysel bir yayın, öznel bir yayın olacak öyle diyeyim. Çünkü hayâtımın önemli bir bölümü İslâmî hareketi ve ardından ülkücü hareketi, Türk milliyetçiliğini tâkip etmekle geçti. Bu hareketlerin birbirleriyle ilişkilerini, rekabetlerini, kavgalarını ve işbirliklerini çok yakından tâkip etmeye çalıştım. Bunun örneklerini birazdan anlatacağım. Ve bunun da öncesinde, 1970’li yıllarda solcu bir genç olarak o dönemde de çok olmasa bile Ülkücüler ve İslâmcılar arasındaki ilişkiyi de az buçuk gözlemlemeye çalışmıştım. O dönemde meselâ Fatih Camii’nde, Akıncı gençliğin öncülerinden, İslâmcıların önde gelen isimlerinden Metin Yüksel’in ülkücüler tarafından öldürüldüğünü biliyordum meselâ. Tam anlamıyordum o târihlerde. Aralarında bir fark olduğu belliydi. İslâmcılar için, İslâmcı gençlik için “Yeşil komünist” denirdi. Ülkücülerle aralarında çok ciddî olaylar olmasa da, demin söylediğim gibi, Metin Yüksel olayı gibi olaylar yaşanmıştı. Bir diğer yön de, o târihlerde yeni yeni ortaya çıkan İslâmcı gençliğin sol hareketle çok fazla kavga içerisine girmediğini de biliyorum. Ama daha önemlisi, 80 ortalarından îtibâren siyâsî hareketlere baktığımız zaman, ülkücü hareketin büyük ölçüde cezâevinde olduğunu, tasfiye edildiğini; ama bürokraside ve yeni kurulan bâzı partilerde bir şekilde varlığını sürdürdüğünü göryoruz — ANAP’ta da vardı meselâ böyleleri. Daha sonra da Milliyetçi Çalışma Partisi kuruldu. Ama İslâmcılık tam bir istim üzerindeydi. Tüm dünyada böyleydi. Ülkücülerin boşalttığı yeri büyük ölçüde İslâmî hareket doldurdu, özellikle Anadolu’da. Çünkü ilginç bir olay var: Özellikle Türkiye’nin taşrasında dindarlık ve milliyetçilik çok fazla iç içe geçmiş durumda. Bunlardan döneme göre kimileri daha baskın hâle geliyor, kimileri ikinci planda kalıyor. Onun için de Türkiye’de, malûm, “milliyetçi muhâfazakâr kanat” diye bir lâf üretilmiştir ya da “Türk-İslâm sentezi” diye bir başka lâf üretilmiştir. Türkiye’de sağın sihirli formülü, bu ikisini olabildiğince birleştirmek üzerine inşâ edilmeye çalışıldı. Ama merkez sağ partilerde ağır basan yön, İslâmcılıktan ziyâde, dinden ziyâde millîlikti. Hep böyle olageldi. Meselâ Demokrat Parti’de ya da Adalet Partisi’nde hep bir din boyutu vardı; ama daha çok öne çıkan yön milliyetçi bir çizgiydi. 1973 yılında yapılan seçimlerde Millî Selâmet Partisi’nin çok ciddî bir patlama yaptığını görüyoruz ve o târihte Milli Selâmet Partisi’nin oy aldığı yerler, aynı zamanda MHP’nin de güçlü olduğu yerlerdi. Örneğin Kayseri’de, Konya’da, Malatya’da, Elâzığ’da, Kahramanmaraş’ta, Sivas’ta, İç Anadolu ve Doğu Anadolu bölgelerinde. Ama MSP’nin ve daha sonra onun devâmı olacak olan partilerin MHP’den en büyük farkları, Güneydoğu’da Kürtlerden ciddî miktarda oy almalarıydı. MHP’nin hiçbir şekilde varlık gösteremediği bu coğrafyada, daha sonra Refah Partisi ve AKP de hep bir şekilde varlığını sürdürdü. Yani ülkenin taşrasında, Karadeniz’de büyük ölçüde iç içe geçmiş yapılar, birbirlerini etkileyen yapılar vardı. Seçimden seçime seçmen davranışlarının değiştiğini görüyoruz. Meselâ 1973’te Millî Selâmet Partisi, 1977’de Milliyetçi Hareket Partisi daha güçlü çıkmıştı. Ya da yıllar sonra Refah Partisi’nin kapatılması ve Fazilet Partisi’nin kurulmasının ardından yapılan ilk seçimde Milliyetçi Hareket Partisi’nin –1999 olması lâzım– çok ciddî bir çıkış yapması gibi. Şimdi bir süredir Türkiye’de bu hareketin iki önemli partisi ittifâk hâlinde, yani AKP ile Milliyetçi Hareket Partisi. AKP dışında İslâmcı partiler var, MHP dışında milliyetçi partiler var. Ama her iki hareketin de amiral gemileri bunlar. İlk bu ittifak kurulduğu zaman genellikle MHP’ye ikincil bir rol biçildi, bir tür koltuk değneği olarak târif edildi. Erdoğan, Fethullahçılarla ittifâkını bitirmişti, yeni ittifak arayışları içindeydi, ittifâka mecburdu ve MHP ile ittifak kurdu. MHP’nin, daha doğrusu Devlet Bahçeli’nin de çok ciddî bir sorunu vardı: Kongreyi kaybetmek üzereydi. Meral Akşener, Ümit Özdağ, Koray Aydın gibi isimler Bahçeli’nin karşısına çıkmışlardı ve burada Erdoğan Bahçeli’nin yardımına koştu. Mahkemeler aracılığıyla muhâlefetin MHP’den tasfiye edilmesine katkıda bulundu ve ondan sonra bir birliktelik oluştu. O birliktelik bugüne kadar geldi. Ve bugün baktığımız zaman, o fotoğraf bize gösteriyor ki baskın olan taraf artık MHP. Çok net. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin önemli kurumlarından birisinin başındaki bir kişi, en fazla %10 civârında bir oyu olan bir partinin genel başkanının elini öpüyor. Yani bu akıl alacak bir şey değil diyoruz; ama aslında çok da fazla şaşırmıyoruz.
Şimdi biraz kişisel anılara geçelim. O fotoğrafı görünce aklıma, 1994 sonu olsa gerek, Şevket Kazan liderliğindeki bir Refah Partisi heyetiyle izlediğim, Refah Partisi’nin Güneydoğu gezisi geldi. Şefket Kazan, Allah rahmet eylesin, çok değişik birisiydi, sert birisiydi, eski adâlet bakanıydı, çok otoriter birisiydi; ama aynı zamanda çok zeki birisiydi. Devlet terbiyesi olan birisiydi diyeyim. Şöyle yapıyordu: Bölgede gittiği yerlerde ilk olarak vâliyi, emniyet müdürünü ziyâret ediyordu, ardından hangi partiden olursa olsun belediye başkanını ziyâret ediyordu, en son kendi partisinin binâsına gidiyordu. Böyle bir yöntem izliyordu ve her gittiği yerde kesintisiz bir şekilde vâlilik, ilçe ise kaymakamlık, ama genellikle illerde oldu ve emniyet müdürlüğü ziyâreti yapıyordu. O târihler, 1994 sonu, 90’lı yıllar, işte meşhur, bölgede, Güneydoğu’da çok ciddî hak ihlâllerinin söz konusu olduğu bir dönemdi ve bu noktada da özellikle özel harekâtçılar dikkat çekiyordu. Özel harekâtçıların, bölgeyi o târihlerde yaşayanlar bilir, büyük kısmında o ülkücü bıyığı vardı. Gayet sâkin bir şekilde bunlarla dolaşırlardı, herhangi bir yasak yoktu. Açık bir şekilde ideolojik bir duruş da sergilerlerdi ve haklarında çok ciddî şikâyet vardı. Şevket Kazan’ın da gündemindeki maddelerden birisi buydu, ama Şevket Kazan mümkün olduğu kadar bu olayı çok fazla gündeme getirmek istemiyordu. Böyle bir konuda devletle çok fazla kapışmak istemiyordu, onu fark ettim. Çünkü partisinden insanlar da bu olayı kendisine dile getirdiğinde, bizzat tanık olduğum kadarıyla, olayı çok büyütmemeye çalıştı. Fakat bir gün, ilin hangisi olduğunu unuttum ama Şırnak gibi bir yer olabilir, Mardin ya da Şırnak gibi bir yer olabilir, bir yere gittik. Vilâyete ve ardından Emniyet Müdürlüğü’ne gittik. Ben de yanlarında gidiyordum. Karşısında özel harekâtçı ayağa kalkmadı, elini sıkmadı. Çünkü özel harekâtçılar ya da ülkücü çizgideki devlet görevlileri, o târihlerde Refah Partisi’ni de PKK ile dolaylı işbirliği yapan bir parti olarak görürlerdi. Çünkü Erbakan başta olmak üzere, Refah Partililer Kürt kimliğiyle bir sorunları olmayan bir partiydi ve daha önemlisi bölgede çok güçlüydüler. Bölgedeki bu güçlü parti yapılanması, devletle bu güvenlik meselelerinde alenî bir işbirliğine pek gitmiyordu ve dolayısıyla Refah Partililerin hepsi olmasa bile önemli bir kısmı oradaki otoriteler tarafından çok da sevilmiyor, onlara güvenilmiyordu. Orada Şevket Bey’in nasıl kızdığını, kükrediğini gördüm. Ama ilginçtir, o şahıs, oradaki özel harekâtın başındaki şahıs, hiç oralı olmadı. Yani ne kadar şey yaparsa yapsın, çok acâyip bir görüntüydü. Hemen orayı terk etti Şevket Kazan, bağırdı, çağırdı, terk etti. Daha sonra Bingöl’de şöyle bir olaya tanık oldum, çok acâyip bir olaydı. Bingöl’de Refah Partisi kadar olmasa da MHP’nin belli bir gücü vardı. İşin ilginç tarafı, Refah Partisi heyetinin korumalığını da büyük ölçüde özel timler yapıyordu, yani özel tim araçları. Ne kadar heyecanla yapıyorlardı bilmiyorum, ama yapıyorlardı. Şevket Kazan ve heyetin Bingöl’e gelmesi üzerine, orada temaslarda bulunmaları sırasında, MHP’liler onların etkisini kırmak için bir kongre oluşturmuşlar, sonradan fark ettik. Ve Refah Partisi heyetinin ardından üç hilâlli bayraklarla kornalar çalarak şehri ve Refah Partisi heyetini tâkip ediyorlarmış. Neden “mış” diyorum? Çünkü şöyle bir olay oldu: Yoldayken, yani Bingöl terk edilirken dediler ki: “Bingöl’ün çıkışında bir tâziye evi var”. Şevket Kazan ve berâberindekiler tâziyeye gittiler, arabaları çektiler, tâziyeye gittiler, özel timler de dışarıda bekliyordu. Ben de gazeteci olarak –o târihte sigara içiyordum– sigara içmek için dışarıda beklerken, bir baktım MHP heyeti geçiyor. Onlar sanıyorlardı ki Refah Partisi heyeti devam ediyor. Yani saptıklarını bilmiyorlardı, Refah Partisi heyetinin tâziye için mola verdiklerini bilmiyorlardı. Hesapta Refah heyetinin arkasından gidiyorlar, kornalara basıyorlar ve bozkurt işâretleri yaparak ilerliyorlardı. Tabiî ki ne oldu? Onlar geçerken, Şevket Kazan’ı korumakla görevli özel timlerin neredeyse hepsi aynı şekilde onlara bozkurt işâretiyle cevap verdiler. Böyle bir olaydı.
Şimdi, bunları yaşamış görmüş birisi olarak bugün gelinen noktaya baktığımda, meselâ bozkurt işâreti, neydi o? Merih Demiral olayı olduğunda verilen tepkilere, tartışmalara baktığım zaman, çok iyi tanıdığım birçok İslâmcı’nın sırf şimdi MHP ile işbirliği yapıldığı için bozkurt işâretine nasıl sâhip çıktıklarını görüyorum ve acâyip şaşırıyorum. Bir yerde şaşırmıyorum tabiî; ama bunların önemli bir kısmının geçmişlerini de bildiğim için, bu konularda çok net pozisyonları olan, bu tür işâretlere, milliyetçiliğe, Türk milliyetçiliğine çok ciddî tepkileri olan insanlardı. Ama zamanla onların bir kalıba girdiğini gördüm, görmeye de devam ediyorum. Verdikleri tepkiler, şunlar bunlar… Bir yanıyla İslâmcı tepkilerini Filistin gibi meselelerde sürdürüyorlar; ama onun dışındaki tepkileri, Türkiye içerisinde yaşananlarla ilgili tepkileri büyük ölçüde MHP’nin kopyası şeklinde devam ediyor. Geçenlerde bu konuları izleyicilerle konuşurken, bir anlamıyla MHP-AKP ilişkisini, bir izleyicimiz 91’deki seçim ittifâkını söyledi. O târihte Refah Partisi ve Milliyetçi Çalışma Partisi, Islâhatçı Demokrasi Partisi’ni de alarak seçim barajını geçmek için ittifak yapmışlardı. Evet, bu ittifâkı yaptılar. Ben bu ittifâkı Anadolu’da izledim; Sivas’ta, Kayseri’de, Malatya’da, Kahramanmaraş’ta, Konya’da, Elâzığ’da partilerin kampanyalarını izledim. Kimi zaman da meselâ Sivas’ta Muhsin Yazıcıoğlu’nu izledim, Kayseri’de Abdullah Gül’ü izledim. Gittiğim her yerde şunu gördüm: Birlikte seçime giriyorlar, ama birbirlerine hiç güvenmiyorlar ve birbirlerini sevmiyorlardı. Hattâ biraz daha ileri gidersek, birbirlerinden nefret ediyorlardı. Bunu çok rahat söyleyebilirim, onu bizzat sâhada gördüm. Her iki taraf da mecbûren bu işi yaptıklarını düşündüler ve her iki taraf da seçim sonrasında barajın kendi partileri sâyesinde aşıldığını söylediler. Ve zâten ittifak 66 gün sürdü yanılmıyorsam. Kurulduğundan sonra, yani seçimden kısa bir süre sonra herkes kendi evine gitti. Yani bir arada olmak zorunda olduklarında, tıpkı 70’li yıllarda Adalet Partisi liderliğindeki Milliyetçi Cephe hükûmetlerine –bakın, adı bile “milliyetçi”– o zaman Millî Selâmet Partisi katılmıştı. 1991 seçimlerinde bir seçim ittifâkı olmuştu, şimdi de yıllar sonra AKP-MHP işbirliği ittifâkı sürüyor. Ama burada ağır basan yön, ideolojik olarak, doğrultu olarak ağır basan yön MHP çizgisi, çok net bu artık. Her geçen gün daha da netleşiyor. Erdoğan bunu gidermek için birtakım dinî mesajlar, dinî konularda adımlar falan atmaya çalışıyor; ama kritik meselelerin hemen hemen hepsinde MHP’nin dediği oluyor. Fakat Özel Harekât Başkanı Süleyman Karadeniz’in Devlet Bahçeli’nin elini öpmesi fotoğrafı, bize olayın bir başka yönünü de gösteriyor. Bu da nedir? Zamânında Fethullahçılar için çok söylenen, devlet içerisinde paralel yapılanma meselesinin Fethullahçılar sonrasında da bir şekilde pekâlâ devam ettiğini gösteriyor. Orada görüyoruz ki belli ki ülkücü olan bir başkan, emniyet müdürü var. Kim bilir başka ne kadar vardır? Çok olduğu söyleniyor. Örneğin, geçenlerde görmüşsünüzdür belki, Iğdır’da Emniyet Müdürü, seçimden önce belediyeye alınıp seçimden sonra DEM Partili belediye tarafından işten atılan işçilerin direnişlerine destek vermeye gitti. Bu, Türkiye’de belki de bir ilk. Başka bir yerde, Türk polisi AKP’li belediyenin attığı işçilerin gösterilerini yasaklarken; başka yerde resmen destek veriyor, hattâ elinde megafonla onlara sesleniyor vs..
Bakıyoruz ki devlet içerisinde Fethullahçılar’dan sonra bayağı ciddî bir ülkücü kadrolaşma da var. Aslında bu hep vardı. 70’li yıllarda da vardı. Ülkücüler devleti çok sever, devlet de ülkücüleri çok sever. Ama bu seferkinin çok daha yapısal bir olay olduğunu görmek mümkün. İşin acâyip tarafı sâdece ülkücüler değil; birtakım tarîkatlar da, birtakım dinî gruplar da var. Geçenlerde bir yerde yanlış söyledim, Nurcuların Yazıcılar grubunun da Emniyet’te çok ciddî bir şekilde örgütlü olduğunu biliyoruz. Nakşibendîliğin değişik kollarının, özellikle Menzil’in örgütlü olduğunu biliyoruz. Şu anda, devlet kadrolarında Fethullahçılar’ın boşalttığı yerleri doldurmak adı altında devletin bir anlamda parsellenmiş olduğunu görüyoruz ve galiba arslan payı ülkücülerde. Erdoğan gibi bir siyâsetçinin bu durumu kabullenebiliyor olması bana hep garip geliyor. Erdoğan’ı az buçuk bildiğimi düşünüyorum, düşünüyordum; ama beni çok da yanılttığını görüyorum. Fakat şunu da unutmuyorum: Fethullahçılar. Fethullahçılık da tıpkı İslâmcılar’la ülkücüler arasındaki gibi, Millî Görüşçüler’le öteden beri hep bir rekabet, hattâ karşıtlık üzerine olan bir yapıydı. Birlikte olmaları, birlikte hareket etmeleri mûcizevî bir şeydi. Ama o süreçte, çok iyi tanığım ki her iki taraf da birbirine asla güvenmedi, birbirine asla kayıtsız şartsız tâbi olmadı. Sürekli birbirlerini gözetlediler, kolladılar. Ve zâten 17/25 Aralık’ta da görmüştük: Fethullahçılar bayağı bir malzeme istiflemişlerdi. Buna karşılık olarak da gördük ki devlet, özellikle MİT üzerinden, iktidar da Fethullahçılar hakkında malzeme biriktirmiş ve birbirleri hakkında sürekli sosyal medya üzerinden malzeme pompalandı, orada da gördük. Şimdi benzer bir hikâyenin pekâlâ burada da olabileceğini düşünüyorum. Zâten birtakım şeyler söyleniyor; “Bahçeli’nin elindeki dosya” vs. gibi şeyler de söyleniyor. Sonuçta Erdoğan’ın Bahçeli ile ilişkisinin Fethullah Gülen’le olan ilişkisi gibi bir ilişki olma ihtimâli hayli yüksek. Ama şu hâliyle her iki taraf da birbirine muhtaç gözüküyor. Fakat bu gidişat MHP’nin özellikle ideolojik olarak ve aynı zamanda devlet ilişkileri anlamında, devlet kadroları anlamında bu derece üstünlük göstermesi, hattâ bir tür tahakküm göstermesi çok önemli bir duruma yol açıyor. O da şu: Türkiye’deki İslâmcılığın altını oyuyor, çok ciddî bir şekilde altını oyuyor. Bizim son dönemde çok konuştuğumuz, muhâfazakâr âilelerin çocuklarının sekülerleşmesi vs. ya da yeni yeni ortaya çıkan seküler milliyetçilik gibi olaylarda bunun da etkisi olduğunu düşünüyorum. Erdoğan, artık bağımsız, kendi gündemi olan, kendi perspektifi ve vizyonu olan bir İslâmcı siyâsetçi olarak topluma seslenme özelliğini büyük ölçüde kaybetti. Sonuçta, yarın öbür gün MHP ile ittifâkı bozsa bile, üzerinde yükselebileceği herhangi bir zemin kalmayabilir. Çünkü bu süre içerisinde iktidârını koruma uğruna Türkiye’de İslâmcılığın öteden beri, özellikle 1980’lerin ortalarından îtibâren en ezelî rakipleri olan milliyetçilerle olan rekabetteki inisiyatifini, üstünlüğünü kendi elleriyle milliyetçilere teslim etmiş oldu. Bu üstünlüğü tekrar kazanabilir mi? Tabiî ki imkânsız değil; ama bu saatten sonra çok kolay gözükmüyor. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
08.09.2024 Erdoğan genç teğmenlerden rahatsız
05.09.2024 Bir mozaik olarak Türkiye (4): Pakrat Estukyan Türkiye’de Ermeni olmayı anlatıyor: “Yegâne talebimiz eşit yurttaşlık”
01.09.2024 Ayrılar aynı yerde: Kuvvet komutanları, HÜDA PAR, MHP…
31.08.2024 Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın Atatürk’le alıp veremediği ne olabilir?
28.08.2024 Sinan Ülgen ile söyleşi: Türkiye S-400'leri ne yapacak?
28.08.2024 Transatlantik: S-400’lerin geleceği - ABD-Çin ilişkileri - Erdoğan ve Netanyahu çatışması
25.08.2024 Arda Turan belgeselini izlemeye niçin karar verdim?
24.08.2024 Türkiye’de toplumun psikolojisi bozuluyor mu? Prof. Nebi Sümer ile söyleşi
23.08.2024 Ruşen Çakır, Kemal Can ve Kadri Gürsel ile Haftaya Bakış (228): CHP içi tartışmalar – Yeni Anayasaya ihtiyaç var mı? – Mehmet Şimşek spekülasyonları
22.08.2024 Mehmet Şimşek hakkındaki spekülasyonların aslı
08.09.2024 Erdoğan genç teğmenlerden rahatsız
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
11.02.2016 Hesabên herdu aliyan ên xelet şerê heyî kûrtir dike
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı