Türkiye’de toplumun psikolojisi bozuluyor mu? Prof. Nebi Sümer ile söyleşi

24.08.2024 medyascope.tv

24 Ağustos 2024’te medyascope.tv'de yaptığımız söyleşiyi yayına Gülden Özdemir hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Sabancı Üniversitesi’nden Prof. Nebi Sümer ile psikoloji konuşacağız; ama toplum psikolojisini, daha doğrusu Türkiye’nin toplum psikolojisini konuşacağız. Hocam, merhaba.
Nebi Sümer: Merhabalar.

Ruşen Çakır: Şimdi, çok konu var. Sizin de kapınızı çok çalan oluyordur. Türkiye’de sosyal medyanın özellikle sokaklardan gösterdiği birtakım yayınlardan, sokaklardaki birtakım şiddet görüntüleri geliyor, Türkiye’nin dört bir tarafından. Yani bölge de fark etmiyor, siz de görüyorsunuz. Yani Ege’de oluyor, İç Anadolu’da oluyor, başka yerlerde oluyor. Genellikle kadına yönelik şiddet ya da âile içi husûmet ya da mafyavâri işler falan... Bu olaylar hep vardı, şimdi daha görünür oldu diyenler var. Öncelikle bunu bir konuşalım; ama sonra ardından şunu soracağım: Özellikle vatandaşın ilgisizliği, tepkisizliği, yani gözünün önünde yaşanan birtakım vahşet olaylarına karşı kayıtsızlığı meselesi var. Öncelikle şu oran meselesi; bunların rakamları falan var mıdır bilmiyorum ama benim ilk aklıma gelen, Türkiye’de hep böyle şeyler oluyordu belki; ama görmüyorduk, haberdar olmuyorduk. Bir de kolektif olarak tartışmıyorduk. Benim dediğim doğru mu? Ama hakîkaten artmış da olabilir, nüfus da arttı çünkü.
Nebi Sümer: Kriminoloji çalışmalarının aslında net bir bulgusu yok arttığına ilişkin. Türkiye de suçun ve şiddetin en yüksek olduğu ülkeler arasında değil; düşük olsa da, uluslararası kayıtlarda. Ama bunun iki boyutu var. Birincisi, söylediğiniz gibi gerçekten de sosyal medyada dönen haberlerin daha çok olumsuz içerikli olması, bu tür tehdit içeren mesajların medya içerisinde çok daha çevrilmesi, görülme sıklığını yüksek algılatabilir. Ama bu eskiden azdı, şimdi de az anlamına da gelmeyebilir. Görece bir yoğunluk olduğuna ilişkin kadına şiddet konusunda rakamlar var. Kadına şiddet konusunda çok etkili çalışan sivil toplum örgütleri, her yıl raporlar yayınlıyorlar. O raporlara göre –ki sosyal medya artık en az 10 yıldır hâkim, yani görünürlük bakımından; bir de rapor etme tabii daha arttı–, eskiden özellikle bu “Kol kırılır yen içinde kalır” algısıyla, özellikle eğitim düzeyi düşük olan kadınların bunları rapor etme, bildirme ihtimâli azdı; şimdi arttı o da. Dolayısıyla görünürlüğü ve gerçekliği artıran bir şeyde, raporlar da artmış olabilir. Ama nasıl bakarsak bakalım, genel olarak bir artış trendi olduğuna ilişkin sosyal bilimciler arasında bir ortak görüş, bir uzlaşma var. Aynı zamanda bir algı da var. Bu da şöyle: Toplumda gerçekten de sosyologların “anomi” diye bahsettikleri bir kuralsızlaşma ve ahlâkî değerlerin erozyonuna ilişkin bir algı var. Aşırı kutuplaşmış toplumlarda kutuplar birbirini böyle görüyorlar. Yani muhâlefette, iktidârın sâdece kendi taraftarlarına fayda sağlayarak kuralsızlaştırdığına ve ahlâkî değerleri hiçe saydığına ilişkin genel bir kanı var. İktidarlarda, özellikle sağ yetkeci iktidarlarda, dünyada buna çok örnek ülke var artık, demokrasinin gerilemesiyle birlikte sağ yetkeci iktidarlarda daha çok kadın sorununu politikleştirerek, LGBT-İ ve diğer azınlıkların aslında bir ahlâkî tehdit olduğunu, toplumu bir anomiye sürüklediğini iddia ediyor, âile üzerinden bir politika güdüyorlar. Karşılıklı olarak her iki taraf da toplumu anomiye sürüklüyor gibi görünüyor. Bu, bir algı üzerinden görünüyor, gerçek olgunun ötesinde biraz. Şimdi bunun topluma, gündelik yaşama yansıması gerçekten sosyal medyadaki kadar sık değil. Benim bireysel değerlendirmem bu. Yani sosyal medya Türkiye’deki şiddeti olduğundan daha yüksek gösterebilir.

Ruşen Çakır: Biraz önce de bahsettiniz, sosyal medya dediniz. Bunun özellikle altını çizmemiz gerekiyor herhalde. Sosyal medya bunu kasıtlı mı yapıyor? Daha fazla ilgi çeksin, daha fazla görünür olsun diye mi? Algoritmalar öyle mi kurgulanmış?
Nebi Sümer: Bir kısmı öyle, evet. Twitter’da konuştuk, aynen öyle.

Ruşen Çakır: Ticâret mi yani bu?
Nebi Sümer: Bir kısmı öyle. Şimdi, gerçekten bu yapılan sosyal psikoloji çalışmaları, genellikle olumsuz haberlerin tekrarlanma ve “like” alma ihtimâli yüksek olduğu için, daha çok dolaştırıyor. Bu da reklam alma ihtimâlini artırdığı için algoritmayı değiştirip bu haberlerin daha çok dolaşıma sokulduğuna ilişkin yaygın bir kanıt var. Yani iddia değil, kanıt bu. Gösteriliyor ve bunun da para için yapıldığı söyleniyor. Ama aynı zamanda farkında olan sosyal psikoloji var. Bizim evrimsel olarak hayatta kalma güdümüz, olumsuz içerikli haberlere dikkatimizi artırıyor. Yani olumlu bir haber geldiğinde, birisinin başına iyi bir şey gelmiş, mutluymuş, o bizi çok ilgilendirmiyor. Ama birisi sokakta arkasından bıçaklanmış dediğimizde, bize de bir tehdit bu. Çünkü bunu okumamız, içine girmemiz, içine girerken 8-10 reklâm daha görme ihtimalimiz daha yüksek. Yani bir haberci olumsuz haber yaydığında mı daha çok reklâma girilir, olumlu da mı? Çok açık: Olumsuzda. Dolayısıyla bunlar farkında olmadan insanların algısıyla oynuyorlar bir taraftan. Bu şöyle bir şey de yaratıyor toplumda — şimdi bu, ilk sorduğunuz sorunun ikinci kısmı: Yani niye insanlar duyarsızlaşıyor? İşte geçen gün Antalya’da olan, o demir sopayla eşini döven vakada ortaya çıktı ve herkesin aklına sosyal psikolojinin o meşhur vakası geldi. 1964 yılında Kitty Genovese diye birisine, New York’ta eski arkadaşı tarafından tecâvüze yeltenilir, dövülür. 37 kişi bunu izler. Geri gider, gelir, defalarca bıçaklar. İnsanlar yine izler ve kimse müdâhale etmez. “Bu niye böyle oldu?” konusu araştırılınca; işte, gerçekten bir izleyici etkisi ve bir anlamda izleyicinin çâresizliği söz konusu olabilir mi? Yani başkası yardım edecek. Bir de bu tür insanlar hakîkaten ciddî tehdit unsuru. Yani “Ona bunu yapan, bana ne yapmaz?” diye de düşünebiliyor. Bir de hakîkaten, “İşin arkasını ben bilmiyorum” şeyi var ve öyle bir katatonik, ketlenmiş bir halde bekliyor. Bu vakada da öyleydi. Daha sonrasında müdâhale ediyorlar. Genellikle bu, bir moral çöküntüsüyle berâber de geliyor aynı zamanda. Ama biraz altını kazıyınca şunlar geliyor — ben bunu düşünüyorum: Şimdi toplumda bu aşırı kutuplaşma ve asabiyet iklimi var. Nedir asabiyet iklimi? Bunun için de kanıtlarımız var bizim. O da şu: Toplumun olumlu duygularının, yani mutluluk, gülme, eğlenme, şakalaşma, selâmlaşma, haberleşme, sabah dinç kalkma gibi iyi hissetme, iyilik hâli uluslararası endekslerde –bizim araştırmamızda burada çok var– Türkiye’nin mutluluk çalışmasında çok düştü yıllar içerisinde, Gallup’un “Duygu Barometresi” çok kullanılan Türkiye rakamları. Olumsuz duygu dediğimizde, böyle kızgınlık, öfke, hırçınlık, şiddet, özellikle düşmanca duygular çok arttı. Türkiye inanılır gibi değil. Yani 4 yıllık raporda, son yıllarda Lübnan, Afganistan gibi ülkelerle aynı kategoriye düştü. Yani insanların genel olarak hazır, yatkın durumda, kızmaya meyilli hâle gelmiş olması bir risk faktörü bence. Yani bu birinci faktör. Yani bu, toplumdaki bir insanda genellikle durumu olumsuz algılama eğilimini artırıyor. Dolayısıyla sosyal medyada da bu duyguyla paralel giden olumsuz haberler ve içerikler oldukça, bu iyice pekişiyor. Ve insanların şöyle bir şeyi de vardır bilinçaltında: Benim bireysel algımın doğru olup olmadığını test etmem için ne kadar başkaları tarafından paylaşıldığını bilmek isterim kısmen. Bu da sosyal medya sağ olsun, çok sayıda bir konsensüs, iş bilgisi veriyor, paylaşılmışlık bilgisi veriyor.
Ruşen Çakır: Hocam, kolektif linçler var, biliyorsunuz.
Nebi Sümer: Tabiî.

Ruşen Çakır: Herkes aynı hissediyor, birisini düşman belleyip sosyal medyada. Bize çok olduğu için biliyoruz. Bir bakıyorsunuz, herhangi bir içerikten böyle, hele birisi duyurursa; “Bakın, şurada ne yazmış” diye duyurursa, insanlar toplu halde gelip, belki de onun ne olduğuna bakmadan, bir yığın tweet de onlar atıyor.
Nebi Avcı: Evet, yani bu toplu linci hakîkaten meslek edinmiş bir grup türedi sosyal medyada. Bunlara ilişkin yapılan birkaç küçük çalışma geçenlerde dikkatimi çekti. Kapalı yerde uzun süre çalışanlar… örneğin şeyde var bu: Aşırı gelir adâletsizliğinin olduğu durumda, göreli yoksunluk dediğimiz. Şöyle düşünün, örneğin bir kurye: Sürekli kendi yemediği, yiyemediği yemeği zenginlere taşıyor. Dolayısıyla bu kurye boş olduğu zamanda bu zenginlere ilişkin bir linç olayına daha rahat katılabiliyor. Ya da uzun süre kapalı mekânda çalışanlar, yani kendi giyemediğini başkasına satanlar. Yani bu tür insanlar içerisinde, bu tür şeylere girenlerin daha çok olduğu, yani göreli yoksunluğa bir palyatif çözüm gibi; çünkü doğrudan linç etmek, gidip yüzleşmenin mâliyeti yüksek; ama sosyal mâliyetini gizleme şansı çok kolay. Yani klavye başında kolay. Bazıları ânında, yani hemen bunu kullanıyor. Sosyal medya böyle bir platform sağlıyor. Aynı zamanda bir kanal tabiî ki. Bir liberalleşme kanalı olduğu için de berâber giden bir şey. Ama toplum psikolojisinde ve bahsettiğim negatif duygu durumunun yarattığı psikolojiyle değişen, hakîkaten bir âhlâkî çöküntü eğilimi var. Bunu da kuralsızlıkla… Yani şöyle: Toplumda yıllar süren bu sürekli aflar, îmar afları, vergi ödememe, suçlu olanın cezâsını görmemesi, hukukun iyi işlememesi gibi sorunlar, zaman içerisinde insanlarda gerçekten sosyologların Durkheim’dan beri “anomi” dedikleri şeye yakın bir algıya getirdi toplumu. Sosyal psikoloji araştırmaları, bu psikolojinin altında yatan en temel nedenlerden birinin güvensizlik olduğunu gösteriyor. Yani başkalarına güvensizlik, kurumlara güvensizlik. Buna ilişkin, hakîkaten bu var mı diye baktığımızda, bunun da rakamları var. Yani Avrupa, işte sosyal araştırması, dünya değerler araştırması ve benzer çok sayıda, yıllık olarak ülkeleri başkalarına güven ve kurumlara güven bakımından sıraya dizen çalışmalarda Türkiye çok sonlara geldi. Âile içi güven yüksek, ama başkasına güvenmiyoruz. Güvenmeyince de çok zor tabiî ki.

Ruşen Çakır: Başlığımızda söylediğimiz gibi “Toplumun psikolojisi bozuluyor mu?” dediğimizde, ülke olarak anladığım kadarıyla son yapılan araştırmalarda Türkiye birçok kategoride negatif anlamda bir trend içerisinde. Bunda kutuplaşmaya özel olarak vurgu yaptınız; güvensizlik, kurumların erimesi vs.. Peki ya doğrudan ekonomi? Demin biraz bahsettiniz, ama çok tekil. Ama genel olarak meselâ enflasyonist ortam, yoksulluğun daha da artması vs., bunların herhalde toplum psikolojisine otomatik bir etkisi vardır diye varsayıyorum.
Nebi Sümer: Öyle, kesinlikle var. Hattâ biz bunu, söylememde sakınca yok, KONDA’yla Temmuz ayında çalıştık. Biz doğrudan hem saldırganlık, şiddet eğilimi hem de iyilik hâlini sorup, ekonomiyle baktık, alt %25 üst %25’e göre. Önce onu bir söyleyeyim, yani bunun bir sakıncası yok. Örneğin, gelir durumunda alt %25’te olanların depresyon eğilimi gösterme sıklığı, üst %25’tekilere göre 3 kat fazla. Bu, dünyada da böyle; yani Türkiye’ye özgü değil, Türkiye’de de aynısı çıktı. Şimdi bahsettiğiniz ekonomik kriz ve yüksek enflasyon durumunda, toplumdaki güvensizlik iyice dibe vuruyor ve anomi algısı artıyor. Hattâ bir araştırmada buna Yunanistan örneği veriliyor. Yunanistan’da biliyorsunuz, Çipras’ın kazandığı seçimden önce büyük bir ekonomik kriz vardı Yunanistan’da. Genç işsizliği %40’lara vurmuştu. Çok benzer koşullarla oradaki araştırmalar –başka ülkelerde de var bunun çalışmaları–, yani ekonomik krizin özellikle toplumsal güveni zedelediği, bunun da çok sayıda psikolojik sorunlara yol açtığı görülüyor. Ama bu psikolojik sorunlar tabiî ki psikolojiyle bireysel farklılık olduğu için çok önemli. Yani herkesin krize karşı direncinde bireysel yatkınlığı da farklı, dayanıklılık gücü de farklı olduğu için yaygın etkisi farklı oluyor. Yani aynı kriz niye onu vurmuyor da bunu vuruyor? İki fakir ülkeden niye biri gösteriyor da diğeri göstermiyor argümanı yapılabilir; ama risk eğilimini, toplumsal sağlığı bozma ihtimâlini çok artırıyor. Bunun çok net rakamları var. Türkiye de bunu yaşıyor. Yani biz doğrudan araştırmalarda da bunu görüyoruz. Ekonomik kriz… düşünebiliyor musunuz? 17 bin 2 lira asgarî ücretle çalışanın, toplumdaki resmî kayıtlara göre, %60 olduğunu ekonomistler söylüyor. Hadi bir kısmı bunun sahte beyan diyelim, vergiden kaçırma; ama bu çok yüksek bir oran. Yani Avrupa’da %4 olan bir şey bizde %60’sa, gelir dağılımı bu kadar düşmüşse, yani bu insanların bir de doğası gereği ya da mîzâcı gereği, bireysel yatkınlığı gereği farklı psikolojik rahatsızlıkları varsa, tetikleyici bir unsurun bunu ortaya çıkartma ihtimâli artmaz mı? Sorunlar genellikle böyle. Yani krizler derinleşince… Nasıl vücut zayıflayınca vücutta yatan bakteriler, virüsler ortaya çıkar, daha çabuk grip oluruz, çünkü direnç düşer; aynı onun gibi. Yani toplumun ekonomik bakımdan özellikle yüksek enflasyona, yüksek ateşe bırakılması, bireylerin tek tek –biraz basitleştiriyorum anlaşılması için– yatkınlıklarını ortaya çıkarmaya başlıyor. Kızgınlığı eskiden denetleyebilen bir insan, artık denetleyemez hâle gelip, ilk gördüğüne tokat atmaya ya da zâten bir yatkınlığı varsa –en sonunda konuşalım dediniz Eskişehir olayını– gerçekleştirmeye yöneliyor. Radikal eğilime girmişse, ekonomik uçurumlar maalesef radikalizmi de artırıyor toplumlarda, radikal görüşlere kaymayı artırıyor. Hepsi tetikleyici bir unsur, bir atmosfer oluşuyor. Bu atmosfer içerisinde oluyor bunlar. Ama bunlara bizim, genellikle popüler psikolojide ya da medyada yapıldığı gibi neden-sonuç olarak bakmamamız lâzım. Bu çok önemli. Bunların hepsi olasılıksal olaylar. Yani biri diğerinin nedeni olmuyor doğrudan, bir olasılığı artırıyor ya da azaltıyor. Yani ekonomik krizin derinleşmesi, toplumdaki şiddet eğilimini artırır; ama tek nedeni değildir onun. Bunu bir sürü etkileşim faktörleriyle beraber artırır. Aynı zamanda öncelikli sorun, örneğin –Allah göstermesin– bir dış tehdit olur, bir savaş çıkar, tamâmen değişir bu sefer denge. Toplum onu unutur, başka bir psikolojiye geçebilir. Yani mevcut atmosferin nasıl şekilleneceğine göre bunlar kendini gösterir.

Ruşen Çakır: Şunu sormak istiyorum: Şimdi, toplumda, ülkenin kendisinde birtakım değerler var ya da var olduğu varsayılıyor. Gelenekler olduğu düşünülüyor. Meselâ “Anadolu irfânı” diye bir lâf var. Dindar olmanın getirdiği birtakım hasletler olduğu varsayılıyor. Bunlar içinde ilk akla gelen dayanışma vs.. Ama baktığımız zaman, reel hayatta kötü örnekler mi bizim kafamızı karıştırıyor, yoksa bu gelenek vs. gibi toplumun sâhip olduğu varsayılan değerler aslında çok âfâkî mi?
Nebi Sümer: Aslında bu çok güzel bir soru veya çok uzun konuşulacak bir konu. Şimdi değer sistemi, toplumun omurgası demek bir kere. Ve bu omurgayı da, eskiden “orta sınıf” denilirdi; yani bu ortak değerleri taşıyan, politik ayrımlardan ve bireysel haklardan bağımsız, herkesin kendine âit hissettiği, düşünmeden sorgulamadan kabul ettiği ve onun korunmuşluğu altında sığındığı bir sistemdir. Şimdi kutuplaşmış toplum, özellikle bu duygusal kutuplaşma, duygusal politik kutuplaşma… yani politik kutuplaşma değil, o bâzen faydalı bile olabilir. Yani karşıt grubu artniyetli, kötü ve hamâsî görme; budur duygusal olanı. Bunun arttığı durumlarda değerler sistemi çatlıyor. Bu, ahlâkî çöküntüyle berâber giden bir şey. Bunu Amerika, Türkiye benzeri şekilde yaşıyor. Bu durumda, toplumun ortak değerler sistemi olmadığı için, her grup kendi içerisinde abartılı bir şekilde algılamaya başlıyor. Bu, çok tehlikeli bir ortam, nesnel algıyı tamâmen ortadan kaldırıyor bu. Yani muhâlefet olsun, iktidar olsun, kimi desteklerse desteklesin, algısı ancak abartılı ve kendi değer sistemine uygun oluyor. Şimdi, “Buna ilişkin veri var mı?” konusuna gelirsek, tanırsınız, Bekir Ağırdır’ın bir küme analizi vardı. Üç küme: “Ortadaki muhâfazakarlar, modernler ve dindarlar kümesi nasıl gidiyor?” diye. Bu barometreyle 15 sene falan sürdürdüler. Burada da orta küme biraz eridi yıllar içerisinde. Yani aşırı gruplar, üç grup içerisinde kutuplaşma arttı. Ama ben şunu görüyorum — bu çok ciddî bir sorun: Şimdi, Türkiye’de uzun süren bu sağ iktidarda, özellikle 2017’den sonra, bunu rakamlar da gösteriyor, bu kutuplaşmada sağa özgü bir değişim var. Bu da nedir biliyor musunuz? Bu, kendi partisiyle ya da cephesiyle aşırı özdeşleşmiş gruplar içerisinde sağa kayma var. Bir örnek vereyim size. Bu araştırmalarda sağ-sol skalası kullanıyoruz; işte en sol 1, en sağ 10, kendinizi yerleştirin diye. Örneğin, AK Parti’nin ve MHP’nin bu skala üzerindeki 2008 yılındaki ortancası, yani medyanı 7 iken, bu 2013’te 8,5’a çıkmış. Yani kendi taraftarını sağa çekme bakımından kutuplaşma. Sol tarafta o kadar görünmüyor bu. Yani CHP’de ve diğer partilerde o kadar görünmüyor, hâlâ 3,5-4 civârında merkezde. Ama şunu söylemeye çalışıyorum: Bu aşırılaşma, değerler sistemindeki yozlaşmayı artırıyor. Bunu şöyle görüyoruz; örneğin bayramlarda, ortak günlerde ya da olimpiyatlarda… yani bu gibi konular aslında değerler sisteminin toplumu kaynaştırdığı yansımalardır bâzen. Yani herkes aynı duyguyu hisseder. Ama bu bile bâzen bir spekülasyon, bir tartışma, ayrışma konusu oldu hatırlarsanız. Örneğin, kadın voleybolcuların başarısına ilişkin algı; hem buna karşı çıkanlar hem de bunu fanatik bir şekilde savunanların diğerlerine bakışı o kadar duygusal politik kutuplaşmanın etkisinde ki. Artık tamâmen aştı. Yani bu, zaman içerisinde nereye evrilecek bilmiyorum. Ama değerler sistemindeki erozyon, güvenle falan da ilişkilidir. Ama Türkiye’de, bu değerleri tek tek saydığımızda, nasıl gittiğine ilişkin belirgin bir işâret yok. Son olarak şunu söyleyeyim, bu târihî bakımdan önemli. Şimdi, bu değerleri ölçmek için kullanılan bâzı ölçüm araçları vardı. Bunlardan bir tânesi Rokeach diye birinin 1973’teki aracıydı. Bunu tâ 80’lerin sonunda kullananlardan biri de rahmetli Fatma Başaran’dı. O şöyle bir şey görmüştü; özellikle siyâsal bilgilere, ilâhiyata, dil-târih-coğrafyaya giden öğrencilerde –18 tâne amaç ve araç değeri vardı–; meselâ bir grup öğrenci, dine inanç, âile gibi değerleri en üste koyarken; başka bir grup öğrenci eşitlik, sosyal adâlet ve özgürlük gibi değerleri en üste koyuyordu. Ve Başaran o zaman, “Bizim toplumda gelecekte dinî temelli bir ayrışma çok belirgin hâle gelecek” demişti. O zaman çok tartışılan bir konuydu benim asistanlık yıllarımda. Hep aklıma bu gelir. Toplumun ortak paydasındaki değerler kümesi biraz bulanıklaştı benim gördüğüm kadarıyla. “Değerimiz ne?” sorusuna örneğin siz net bir cevap verebiliyor musunuz? Yani bütün toplum adına bu soruya siz net bir cevap verebilir misiniz?

Ruşen Çakır: Meselâ, siz söyleyince aklıma Merih Demiral olayı geldi, hani bozkurt işâreti. O benim işâretim değil, Türkiye’deki birçok insanın işâreti değil; ama onu Türkiye’nin ortak değeri gibi pazarlamaya çalıştılar. Halbuki, yeni bir değer îcat ettiler. Ve ona inanmayan ya da onu tasvip etmeyenleri de bu sefer suçlamaya kalktılar. Meselâ sizin demin söylediğiniz kadın voleybolcular aynı şekilde. Şöyle de bir şey oluyor tabiî: Normalde voleybola, özellikle kadın voleyboluna fazla ilgi duymayan insanlar bile bir pozisyon almaya başladı.
Nebi Sümer: Tabiî, sembol hâline geliyor. İzlenmezdi, şimdi milyonlarca insan izliyor, halbuki eskiden de vardı. Yani voleybol takımının başarılı olduğu yılları hatırlarsınız; 15 yıl önce de öyle bir eğilim olmuştu, basketbolla berâber. Ama böyle bir kitlesel izleme yoktu. Tamâmen arkasındaki eğilim –insanlar farkında değil–, kendi hayat tarzını savunma eğilimi. Yani şöyle bir şey: Toplumda tehdit algısı yüksek olursa, insanların kendini koruma güdüsü arttığı için geri çekilmeye başlıyorlar. Bu geri çekilme gerçekten çok tehlikeli bir şey. Ben bunu sık sık dile getiriyorum. Negatif duygu durumunda da… yani ben riskleri alıp, büyüyüp, gelişip, fırsatları görüp, herkese güvenip ilerleyeyim duygusu pozitif duygunun eseridir. Yani, bunun bir fizyolojisi var. Hakîkaten çok konuşulur sosyal psikolojide. Yani pozitif duygu hâkimse, başkasıyla selâmlaşmak, konuşmak, riskleri görmek, büyüme kanalları açarız. Negatif duygu hâkimse, geri çekilip koruma, tehdide karşı güvencede kalma açılır. Bu çok yaygınlaştı. Bu da tabiî ki algıyı çok yanıltıyor, çarpıtıyor bizi her bakımdan. Bu çok net görünen bir şey. Hayat tarzını koruma güdüsü, hayatta kalma güdüsüyle eşleşti neredeyse. O yüzden bu tehdit çok gerçekçi değil bana göre. Bu biraz önce söylediğiniz Anadolu şeylerini konuşamadık, ama ben hakîkaten Anadolu’da, çok eskiden gelen ve dinî değerleri de kültürle harmanlayıp tamâmen pozitif iklime, dayanışmaya, kabullenmeye, farklılığı kabullenmeye yönelik bir kültürel gelenek var. Ben bunu okumalarımda, özellikle geçmiş okumalara bakarsanız, yani Gazalî’den gelen, 13. yüzyıl düşüncesinden, daha sonra Anadolu’da Hacı Bektaş’tan gelen bu kültür var burada. Hakîkaten Anadolu’nun altını kazıdığımızda, bu tür şeylere, aşırılaşmaya, güvensizliğe karşı dik, sağlam, güvenli bir omurga var. Ben buna hep inanıyorum. O yüzden de şunu mutlaka söylemeliyim ki: Gerçekten yukarıda gördüğümüz kadar aşırı kutuplaşma toplumun tabanında yok. Bunu rakamlarda da görüyoruz. Yani, toplumun günlük hayâtında sosyal medyanın yansıttığı kadar sert bir ayrışma yok gerçekten de. Yani mütedeyyin insanlarla hayat tarzı farklı insanların bir arada olması topluma artık çok ters değil. Örneğin ben üniversitelerde başörtüsü sorunu çözüldükten sonra kendi öğrencilerimde de görüyorum. Öyle bir ayrım yok artık. Bunu gençler aştılar. Önyargıya karşı dirençli bir grup da var. Bunları da görmek lâzım. Dolayısıyla zâten bu işler iç içedir. Yani toplumda hiçbir şey tek başına iyi ya da kötü değildir. Sosyal değişim, demografik değişim aynı zamanda Türkiye’yi bir gençlik, olumlu gençlik hareketine, başarılı bir kadın hareketine, kadın liderliğine de yönlendiriyor aynı zamanda. Bunlar da diğer olaylar ve bunlar iki tarafta da var. Örneğin, kadınların vicdânı her zaman için erkeklerden daha yüksektir. Hatırlarsınız, birkaç olay oldu böyle. Meselâ Meclis’te tecâvüzle ilgili bir yasa gelmişti. Bütün kadın milletvekilleri, AK Partili kadın milletvekilleri de karşı çıkarak bunu geri çektirmişlerdi. Örneğin kadın dayanışması görülmüştü. Yani toplumdaki bu değerlere bakarken, körün fili târif ettiği gibi bir yere bakıp sırf orayı kazıdığımızda hep kendimizi doğrulayan kanıtlar bulmaya başlıyoruz. O yüzden bunları mümkün olduğu kadar soğuk bir bakışla, mümkünse kanıt temelli veriyle konuşmamız gerekiyor. Maalesef bunu pek yapmıyoruz. Yani sosyal medya, popüler kültür ve basın, genelgeçer kabulleriyle öyle yönlendiriyor ki… Türkiye’deki vasatlaşmış üniversitelerden de maalesef çok fazla veri çıkmıyor. Dolayısıyla biz bunu görmek için çok iyi veriye sâhip değiliz. O yüzden ben mümkün olduğu kadar, bu da yanlı olabilir ama, uluslararası verilere çok bakıyorum. Ama orada ilk başta söylediğiniz şeyi çok görüyorum, onu söyleyeyim. Yani uluslararası endekslerdeki geriye gidiş... Siz isterseniz çok kabul edilen V-Dem’deki, demokrasi endeksinde geriye gidişe bakın, Birleşmiş Milletler’in her yıl Mart’ta yayınladığı ülkelerin mutluluk ve iyilik hâlinin dizildiği veriye bakın, GALLUP’a ya da işte dünyanın çok saygın kabul ettiği, uluslararası bilim dünyasında standart kabul edilen, uluslararası firmaların da yatırım için baktığı göstergelere bakın, yani bunlar objektif; hepsinde 2017’den önce başlayarak –onun da ne olduğu tartışılabilir–, belirgin bir geriye gidiş var. Bu geriye gidiş pandemide zirve yapmıştı. Ondan sonra biraz düzeldi. Bunu da örneğin geçen çalışmada gördük. Aynı ölçüyü 2021’de kullandık, geçen 2 ay önce kullandık. Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’deki psikolojik bozulma iyileşti, ama altgelir grubunda iyileşme azalmamış meselâ. Size başka bir örnek vereyim, çok lâftan lafa geçtim ama. Örneğin, bu bahsettiğim alt %25 ile üst %25 arasında, daha önce 2021’de %5 olan fark, psikolojik iyilik hâli –üst %25 daha iyi derken–, %13’e çıkmış şimdi. Yani şöyle okunabilir bu; pandeminin etkisinden sıyrıldıktan sonra bir grup insan tam etkiden sıyrılmamış, ekonomik etkinin altına girmiş, ama bir grup insan da kurtulmuş hakîkaten. Şimdi buna şöyle bakabilirsiniz: “Niye bütün lokantalar dolu, her yer dolu? Demek ki kriz yok”. Ya da hakîkaten insanların büyük bir kısmı açlığa yakın yaşıyor, büyük kriz var. İkisine ilişkin de kanıt bulabilirsiniz. Bakmak isteyen bunlara bakarak Türkiye’yi yorumluyor. Hepsine birden bakarak gördüğümüzde, resim çok iyi değil; ama iyileşmeye ilişkin Türkiye’yi diğer otoriter sistemlerden ayrıştıran ben çok fazla işâret görüyorum Türkiye’de. Yani onu da belki başka bir gün konuşuruz. Çok dağıttım konuyu.

Ruşen Çakır: Sizi bulmuşken şu Eskişehir olayını sormak istiyorum. Ben çok önemsedim. Ama Türkiye’nin böyle şeyleri, böyle çetrefil konuları hızlıca unutma gibi bir yeteneği var. Hemen paketleyip attılar. Şimdi orada 19 yaşında bir gencin yaptığı bir olay. Dünyada çok benzer olaylar yaşadık. Zâten o da, manifestosunda görüyoruz ki Amerika’dan ve Norveç’ten birilerini kendine örnek almış. Belli ki bireysel bir şey var ortada. Ama burada tabiî birçok soru var. Bu tamâmen o kişinin kendi yaşadığı depresyonla, şununla bununla alâkalı bir şey midir? Birinci sorum bu. İkincisi, bu olay başka şeyleri tetikler mi? Çünkü herhalde Türkiye’de o profilde binlerce genç var. Benzer kaygılar, âilesiyle benzer sorunlar, şunlar bunlar... Bir de tabiî şöyle bir şey var, o sokaklarda yaşanan şiddette de gördük: İnsanlar saldırı âletine de çok zorlanmadan ulaşabiliyorlar. Eskişehir olayı bize ne söylüyor?
Nebi Sümer: Aslında hakîkaten sorunuzun içinde cevâbı da var biraz. Şimdi birincisi, hakîkaten bu bireysel yatkınlığı olanlar, yani çeşitli psikolojik rahatsızlıklar olabilir, şiddet eğilimi olanlar olabilir; bâzı dönemlerde bu daha yüksek biliyoruz: Ergenlik ve gençlik döneminde daha yüksek. Bunlar evrensel bir gelişimsel sorun. Şimdi bunlara yatkın olan insanların bunu göstermesini kolaylaştıran faktörler var mı yok mu? Şimdi bir tânesi, söylediğiniz silâhlanma. Yani silâhlanma ve genel şiddetin çok yaygın olması toplumda; bu bir tetikleyici, harekete geçirici unsur. İkincisi, önleyici mekanizmalar yeterince var mı toplumda? Yani toplumun sargın olması, bu tür insanları görüp tedâviye götürecek sistemlerin olması, bunlar var mı? Önleyici sistemler azalıp, tahrik edici ya da kolaylaştırıcı artarsa, bu tür yatkınlığı olanların bunu harekete geçirme ihtimâlini artırmış oluyoruz. Bununla ilişkili bir olay bu; gözden kaçıyor. Bir de böyle insanların yapı îtibâriyle içine kapanık olmaları ve sosyal medyanın çok saklayıcı faktör olması. Yani orada da istediği web sitesine istediği gibi ulaşabiliyor doğal olarak, kendi dünyasını kurabiliyor ve o yaratılmış hayatta kendi gerçekliğini yaşayabiliyor. Şimdi, geçmişte toplum düzeni buna izin vermiyordu, yani yüz yüzelik hâli, hep mekân, kahvedeki sosyallik… Benim çocukluğumda kahveye her giden, oturan herkese merhaba derdi meselâ. Yani herkesi otomatik kabul etme sistemi yok artık. Şimdi siz kendinizi tek başınıza izole etmek istiyorsanız, bunu rahat edebiliyorsunuz. Dolayısıyla bu, koruyan ve tetikleyen sistemin etkisi azalmış oluyor kişi üzerinde. Bu bir faktör. Şimdi bunların hakîkaten başkalarına örnek olma ihtimâli var mı? İşte, uçak kazalarında falan çok konuşuldu ya da intihar vakalarında çok konuşulur bu. Özellikle ünlü kişilerle özdeşlik kuranlarda çok yaşanan bir vaka. Bir ünlü intiharı ya da ölümü olduğunda, bu çok konuşulursa: 1) benzerlerini arttırıyorsunuz; 2) özdeşim kuran, onlarla bu özel kimliği kaynaşmış olan –bu ayrı, uzun bir konu– kişileri de riske atıyorsunuz diye, bunları mümkün olduğu kadar medyada uygun dille anlatma ya da yaygınlaştırıcı etkiyi abartmadan anlatma önerilen bir şey sosyal psikologlar tarafından. Dolayısıyla hakîkaten toplumun bâzen unutkan olması iyi bir şey bu anlamda, yaymayı azaltıyor belki. Ama risk faktörlerini de okuyacak bir dikkatimizin olması lâzım. Yani toplumun, çevrenin, mahallenin, komşunun, okulun, öğretmenlerin, kurumların, öğrencilerin, çalışanların, diğerlerinin hâlini anlayacak bir dikkat. Biz buna ilginç kelimeler kullanıyoruz, bilimsel kelimeler kullanıyoruz, işte: “duygusal farkındalık, durumsal farkındalık” diyoruz. Yani durumdaki değişiklikleri fark edip nedenlerini anlama ya da başkasının duygusundaki farklılıkları, empatiden farklı bir şey, anlama becerileri olmazsa yöneticilerin. Bunlar çok azaldı izolasyonla birlikte. Bir de bu evden çalışma falan da bu şeyi iyice artırdı, yani içine kapanmak isteyenin kapanma ihtimâlini çok kolaylaştırdı. Dolayısıyla bir risk faktörü. Bu, Türkiye için de dünya için de böyle. İngiltere’de özellikle bu çok konuşuluyor. Ergen çocuklar o kadar fazla tek başına sosyal medyada, bilgisayarda, oyunda zaman harcıyorlar ki… nasıl konuşmaya başlanır, ses tonu nasıl ayarlanır gibi konularda bile şaşırıyorlar. Bağırarak konuşuyor meselâ ya da nasıl lâfa girilir bilmiyor örneğin. Biz bunların çoğunu otomatik öğreniriz; sokakta, maç yaparken, izlerken, oynarken. Tamâmen bunlar bizim aslında en büyük hazînelerimiz, yani sosyal ilişkilerle insan doğası yüz yüze geliştiği için, geliştirdiğiniz becerileri geliştirmek için fırsatları kalmıyor çocukların bâzılarının. O yüzden, bu tablete ya da ekrana mârûziyet, özellikle erken yaşta bir risk faktörü. Bunların hepsi bir paket halinde geldiğinde oluyor. Ama bu silâhlanma konusu, biliyorsunuz Amerika’nın başına belâ oldu. Yani bütün bu seri katiller, toplu okul baskınlarının en önemli nedenlerinden biri silâha erişimin kolaylığı. İşte, geçen Trump vakasında da, yani kaç tâne silâh almış 19 yaşındaki çelimsiz genç? Şimdi Türkiye’de de bunun yolunun açılması ve rahat olması ciddî bir risk faktörü. Yani en azından bu erişilebilirlik ile ilgili bir duyarlılığın olması lâzım. Çünkü böyle anomiye yakın durumlarda, yüksek kriz durumlarında bunların artacağı bilinen bir şey olduğuna göre, tetikleyici unsurlar da artacak demektir her zaman için. Buna dikkat etmek gerekiyor.

Ruşen Çakır: Evet, burada noktayı koyalım. Sonuçta durum pek parlak değil, ama çok da abartmamak gerek.
Nebi Sümer: Evet, iyi yönleri de var. Bir gün belki onları da konuşuruz. Yani alttan gelen trendler, mesela bu önyargılar, kutuplaşmalar niye bâzı gençlerde bu çok daha az? Sosyal medyanın özgürleştirme etkisi demokrasiyi kurtarmak için bir fırsat olabilir mi örneğin? Bunlar da konuşulmalı bence. Yani her şeyin kötü tarafına bakıyoruz, diğer yönlerini de konuşmak lâzım.

Ruşen Çakır: Evet, çok sağ olun hocam.
Nebi Sümer: Siz de sağ olun.

Ruşen Çakır: “Türkiye’de toplumun psikolojisi bozuluyor mu?” konusunu Sabancı Üniversitesi’nden Prof. Nebi Sümer ile konuştuk. Kendisine çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.
Nebi Sümer: İyi günler, çok teşekkürler.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
12.01.2025 Kürtler Türkleri “satışa” mı getiriyor?
10.01.2025 Burak Bilgehan Özpek ile söyleşi: Erdoğan ve AKP'ye Suriye dopingi
05.01.2025 Esrarengiz bir süreç üzerine notlar
03.01.2025 Haftaya Bakış (248): Yeni çözüm sürecinde neler olacak? | DEM Parti'nin temasları | Kürşad Zorlu'nun istifası
02.01.2025 Mümtaz'er Türköne ile söyleşi: "Bu sürecin en büyük kaybedeni AK Parti ve Erdoğan olur"
29.12.2024 Ve yeni “Çözüm Süreci” başladı
27.12.2024 Ruşen Çakır ve Kemal Can ile Haftaya Bakış (247): Asgarî ücret ve CHP’nin tavrı, Suriye’de Türkiye damgası, Gelecek ve DEVA’dan istifâlar
25.12.2024 Transatlantik: Yeni Suriye’de Türkiye’nin rolü - Yemen İsrail’in hedefinde
24.12.2024 Altılı Masa’nın lâneti
22.12.2024 CHP ne zaman “Türkiye’nin birinci partisi” gibi davranacak?
12.01.2025 Kürtler Türkleri “satışa” mı getiriyor?
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı