Türkiye’de radikal İslamcılığın en önemli örgütü hiç tartışmasız Hizbullah’tır. 1970’li yılların sonlarında, İran Devrimi’nden etkilenen bir avuç Kürt kökenli gencin başlattığı bu hareket, 12 Eylül 1980 askeri darbesinin hemen ardından kurumsallaşmaya gitti ve iniş çıkışlarla bugüne kadar geldi. Örgütün daha uzun bir süre Güneydoğu başta olmak üzere Türkiye siyasi sahnesinin önde gelen aktörlerinden biri olacağı açıktır.
Hizbullah denince akla ilk olarak Hüseyin Velioğlu geliyor. 1952 yılında Batman'ın Gerçüş ilçesinde Hüseyin Durmaz olarak doğan Hizbullah lideri 1978 yılında Velioğlu soyadını aldı. Velioğlu'nun hayat hikâyesinde ilgi çekici noktalardan biri, onun da PKK kurucusu Abdullah Öcalan gibi Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi (Mülkiye) mezunu olması.
Mülkiye’de Millli Türk Talebe Birliği (MTTB) üyesi olan Velioğlu ardından Milli Selamet Partisi (MSP) sempatizanı gençlerin örgütü olan Akıncılarla birlikte hareket etti. Mezun olduktan sonra kaymakamlık sınavında da başarılı olamadığı için Batman'a dönen Velioğlu burada bir grup arkadaşıyla yeni bir İslamcı çevre oluşturdu. Bu genç İslamcılar belli bir güce ulaştıktan sonra da hareketlerinin merkezini Batman'dan Diyarbakır'a taşıdılar.
Uzun bir süre gizli ve ev toplantıları halinde gelişen örgütlenme çalışmaları 1987'de alenileşti. O dönem birçok İslamcı topluluğunun yaptığı gibi Velioğlu ve arkadaşları da bir kitapevi (İlim Kitapevi) etrafında faaliyet gösterdiler ve kısa sürede kitapevinden hareketle "İlimciler" olarak anılmaya başladılar.
Hizbullah
[1] 1988-1990 arasında cihad’ın, yani şiddetin altyapısını hazırladı. Bu süreçte Velioğlu’nun stratejisini şöyle özetlediği söylenir: "Bizden başka rejime muhalif hareketin kalmaması gerekiyor. Rejimin tek alternatifi olmak, halkın rejime olan muhalefetini tek alternatifte toplamak için bu şarttır. Tek alternatife dönüştükten sonra hesaplaşma, rejimle bu tek alternatif arasında olacak."
[2]
PKK ile amansız savaş
Hizbullah’ın genel kamuoyu tarafından duyulması 1991 sonlarında PKK ile çatışmasıyla oldu. Savaşı başlatan PKK’ydı. O ana kadar birçok solcu, Kürtçü ve İslamcı grubu Güneydoğu’dan kovmuş ya da etkisizleştirmiş olan PKK’ya göre Hizbullah, devletin bölgedeki son kozlarından biriydi, yok edilmesi gerekiyordu. Büyük çoğunluk bu savaştan PKK'nın galip çıkacağına kesin gözüyle bakıyordu. Halbuki karşısında, neredeyse kendisini taklit eden, "tağuti" olarak gördüğü rejime karşı "kıyam"a geçmek için diğer tüm muhalif grupları ortadan kaldırmayı ilke edinmiş ciddi bir yapılanma vardı.
Hizbullah, PKK'lı veya destekçisi olduğuna inandığı kişilere, okullarda ve sokak aralarında sopalar ve satırlarla saldırdı; örgüt infazları genellikle sabah erken saatlerde Makarov veya Takarov marka tabancalarla, enseden tek kurşun sıkma suretiyle gerçekleştirildi. Bu dönemde Hizbullah, yalnızca PKK üyesi veya sempatizanlarına değil, bölgedeki diğer sol hareket mensuplarına, gazetecilere, "İslam'a uygun yaşamadığını" düşündüğü veya hırsızlık, zina ve fuhuşla itham ettiği kişilere de saldırdı.
Hizbullah, "Partiye Kâfirin Kürdistan" (Kürdistan Kafirler Partisi) diye adlandırdığı PKK'nın kendisine yönelik her eylemine üç katı ile karşılık vermeyi prensip edinmişti. Çatışma 1993 yılında en yüksek düzeyine ulaştı. 1991-1995 arasındaki çatışmaların bilançosu PKK'nın hesaplarının hiç de tutmadığını gösteriyordu. Resmi bir raporda da belirtildiği gibi PKK’nın kayıpları beklenenin ötesindeydi: "Bu dönemde her iki taraftan 700'e yakın sempatizan ve militan öldürülmüştür. Bu eylemlerin 500 kadarının yasadışı Hizbullah/İlim örgütü, 200 kadarının ise PKK terör örgütü tarafından gerçekleştirildiği değerlendirilmektedir."
Sonuçta Güneydoğu'daki il ve ilçe merkezlerinde korku ve dehşet hâkim oldu. Diyarbakır, Batman ve Mardin il merkezleriyle bölgenin önde gelen birçok ilçesinin merkezinde sokak hâkimiyeti Hizbullah’ın eline geçti; çok sayıda esnaf, serbest meslek sahibi, öğrenci ve öğretmen bölgeyi terk etti.
Hizbullah içi çatışma
PKK-Hizbullah çatışması Irak’taki Kürdistan İslami Hareketi lideri Şeyh Osman ile Irak Hizbullahı’nın lideri Ethem Barzani'nin arabuluculuğuyla çatışması sona erdi. Ancak hemen ardından İlimciler, kısa süre öncesine kadar aynı çatı altında hareket ettikleri Menzil grubuyla çatışmaya giriştiler.
İlginç olan her iki grubun da, ideolojik ve lojistik nedenlerle İran rejimiyle iyi geçinmeleri, organik ilişki içinde olmalarıydı. İçlerinden Menzil, açık bir şekilde Tahran'a biat edip "İran'dan çok İrancı" davranışlar içine girerken, İlimciler, İrancılıktan çok Humeynici bir çizgi tutturmaya, Tahran'la aralarına hep belli bir mesafe koymaya çalışıyorlardı.
Menzilciler genel dünya meselelerine daha açık, daha modern, iç ilişkilerinde daha gevşek ve daha entelektüelken İlimciler, Taliban gibi, kafalarını sadece İslama takmış, dış dünyaya kapalı ve alabildiğine basit kişilerdi. İlimcilerin stratejileri, PKK'nın varlığından yararlanma, mevcut düzenin bütün nimetlerini kullanma ve silahlı mücadeleyi bir an önce öne çıkarma üzerine kuruluydu. Cihat az sayıda, iyi eğitilmiş bir kadroyla hayata geçirilecekti. Bunun için yeterli güç ve kadro da oluşmuş, "Mekke'deki zayıf dönem bitmiş, Medine'deki güçlü hicret dönemi başlamış"tı.
Halkın toplu olarak ayaklanacağı "kıyam" aşamasına gelinceye dek, devlete karşı herhangi bir eylemde bulunulmamalı, bu arada devlet birimlerine sızarak çalışma tarzları öğrenilmeli, ileride düzenlenecek eylemler için istihbarat toplanmalıydı.
Menzilciler ise "Türkiye, laik bir hukuk devleti olduğundan, Allah'ın egemenliğinin hüküm sürmediği bir sistem işletildiğinden, camilerinde namaz kılmak, dini faaliyetlerde bulunmak günahtır. Bu nedenle, cami ve mescitlerde örgütlenme yapılamaz. İslami harekette, aşamacılık (merhalecilik) esastır: Örgütün temel stratejik aşamaları olan tebliğ, davet ve cihat aşamalarına sadık kalınmalıdır. Öncelikle tebliğ ve davet olarak tanımlanan, halk arasında propaganda yoluyla örgütlenme aşamasından geçilmelidir. Cihat aşaması için vakit erkendir" diye özetlenebilecek görüşler savunuyorlardı.
Menzil grubu, PKK ile devlet arasında bir tercih yapılması fikrine de karşı çıkıyordu. PKK'nın varlığı ve eylemlerini, halka zarar verdiği için, Hizbullah'a katılımı kolaylaştırıcı bir etken olarak görüyor, ancak onunla savaşmanın yarardan çok zarar getireceğini düşünüyorlardı.
Vahşetin adı Hizbullah
17 Ocak 2000 tarihinde polis İstanbul Beykoz'da bir villaya operasyon yaparak Hüseyin Velioğlu’nu öldürdü, iki örgüt yöneticisini de yakaladı. Elde edilen dokümanlarla derinleştirilen operasyonda örgütün çok sayıda kişiyi kaçırdığı, işkenceyle sorguladığı, bunları videoya kaydettiği ve infazlardan sonra cesetleri örgüt evlerinin altlarına veya bahçelerine gömdüğü ortaya çıktı.
Örgütün yayın yoluyla propaganda yoluna gitmemesi, onun Türkiye İslami hareketi içindeki yerini de hep belirsiz kılmıştı. Örneğin örgütün başlangıçta PKK yanlılarına saldırması, İslami kesimin büyük bölümü tarafından memnuniyetle izlenmişti. Fakat Menzil grubu başta olmak üzere diğer İslamcıları da hedef almasıyla durum değişmişti. Sonuçta bazı İslamcılar Hizbullah’a karşı açıkça tavır almaya, hatta onu "Hizbulvahşet" olarak tanımlamaya başladılar. Bu süreçte örgüt İstanbul merkezli radikal İslamcılarla bağını kopardı; bunların yayınlarının Güneydoğu'da satışını yasakladı.
İslami kesim Hizbullah karşısında ilk sınavını Konca Kuriş konusunda vermişti. 16 Temmuz 1998 günü yanında eşi varken, Mersin'deki evlerinin önünde üç kişi tarafından kaçırılan Kuriş hakkında İslamcılar kıllarını bile kıpırdatmadılar. Çünkü o hem İslamcıydı, hem de kadın haklarını savunuyordu, açıkça feminist olduğunu söylüyordu. Büyük medyada hızla popüler olmuştu. Kuriş muhtemelen, bir ara içlerine girmiş olduğu Hizbullah tarafından kaçırılmıştı. Ama İslamcılar, hem korktukları, hem de Kuriş’ten hazzetmedikleri için bu ihtimali hiç hesaba katmadılar. El altından olayın siyasi değil, ticari olabileceğini yaydılar; hatta bir gönül hikâyesinin söz konusu olduğu dedikodusu yapanlar bile çıktı.
Sonuçta bu cesur kadın, sadece bir avuç feminist tarafından hatırlandı ve gündemde tutulmaya çalışıldı. Nihayet Beykoz'daki villada Kuriş’in sorgu kasetinin, ardından Konya'daki bir mezar evde cesedinin bulunması, İslamcılar başta olmak üzere kimseyi şaşırtmadı. Kuriş’in hayatının takipçisi olmayan zihniyet, tabii ki cenaze namazında hazır ve nazırdı. Konca Kuriş'in vasiyetine rağmen kadınların bu İslamcı feministin cenaze namazını kılması engellenmek istendi.
Küçük bir Kürtçü-Nurcu grubun lideri olan İzzettin Yıldırım ve arkadaşlarının kaçırılmasıysa Hizbullah için sonun başlangıcı oldu. 1946 Ağrı Patnos doğumlu olan Yıldırım Güneydoğu medreselerinde yetişmiş ve 1980 ortalarında Zehra Vakfı'nı kurmuştu.
Bu grup Kürt davasına yakın olmakla birlikte PKK ve Hizbullah'a mesafeliydi. Ne karşılarında ne yanlarında oldu. Fakat Yıldırım'ın, Hizbullah'ın önce PKK yanlılarına, sonra diğer İslamcılara saldırmasına karşı çıktığı biliniyordu. Yıldırım bir grup İslamcı aydının çıkardığı “Yeni Zemin” dergisine sponsor olarak, sivil toplumcu, liberal bir İslamcılığın yeşermesine de katkıda bulunmuştu.
Yıldırım'ın özellikle gençlere yönelik çalışmaları hiç kuşkusuz Hizbullah’ı rahatsız ediyordu. Güneydoğu'daki tüm radikal İslamcı rakiplerini tasfiye eden örgüt, ılımlılara yönelik saldırılarını bu cemaatle başlatmıştı. Eğer bunda başarılı olabilselerdi sıra hiç kuşkusuz diğer cemaatlere gelecekti.
Fakat Zehra Vakfı yetkilileri olayı kamuya mal edince durum değişti. Yıldırım'ın çevresinin duyarlığı, onun sağ olarak kurtarılmasını sağlamadıysa da, Hizbullah’ın birçok planını bozdu. En azından İslami kesimde örgütün zulüm ve işkenceyle kurmuş olduğu itaat ve teslimiyet havasını dağıttı ve nihayet çok büyük darbe yemesine yol açtı.
Fakat Beykoz Operasyonu’nun ardından derin bir şok yaşayan Türkiye her konuda olduğu gibi Hizbullah’ı da bir süre sonra unuttu.
[3] Ne var ki, yaklaşık bir yıl sonra, Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan ve beş korumasını katleden Hizbullah, hem Velioğlu’nun misillemesini yaptı, hem de, Okkan’ın kendisi başta olmak üzere, bittiğini düşünenleri tekzip etti.
Devlet de ülkenin dört bir yanında operasyonlar düzenleyerek Okkan olayının faillerinin neredeyse tümünü (çoğunu ölü olarak) ve örgütün üst düzey kadrolarının büyük bölümünü yakaladı. Örgütle ilişki içindeki yüzlerce kişi cezaevlerini doldurdu, çok sayıda örgüt üyesi yurtdışına kaçtı.
Bu yoğun dalganın ardından Hizbullah geri çekildi. Silahlı eylemlerine (en azından geçici olarak) son verdi ve yoğun bir iç tartışma sürecine girdi. Bunda, 11 Eylül saldırılarının ardından ABD’nin ilan ettiği “global teröre karşı savaş” stratejisi de etkili oldu. Çünkü Hizbullah, toparlanma sürecinde durduk yere uluslararası güçlerin hedef tahtasına yerleştirilmek istemiyordu. PKK’nın hep gündemin ilk sırasında olmasından da istifade edip kendilerini iyice unutturdular.
Hizbullah yeniden gündemde
Aradan altı yıl geçti, yine Hizbullah konuşmaya başladık, üstelik çok uzun bir süre daha konuşacağa benzeriz. Ama bu sefer farklı bir örgüt söz konusu. Çünkü “cumhuriyet tarihinin en illegal örgütü” olarak bildiğimiz Hizbullah ne zamandır yasal alanda varlık gösteriyor ve epey etkili oluyor. 12 Şubat 2006 Pazar günü Diyarbakır İstasyon Meydanı’nda onbinlerce kişinin “Peygambere Saygı Mitingi”nde bir araya gelip Hz. Muhammed karikatürlerini protesto etmesi ve 16 Nisan 2006 Pazar günü, yine Diyarbakır’da, Atatürk Stadı’nda yapılması planlanıp kapasitesi yetersiz olduğu için İstasyon Meydanı’na alınan “Peygamber’e Sevgi” toplantısına yine onbinlerce kişinin katılması bunun en çarpıcı örnekleri oldu.
[4]
Gösteriler nedeniyle medya Hizbullah’ın sanıldığının aksine hiç de yok olmadığını kabullenmek zorunda kaldı. Ardından MİT Müsteşarı Emre Taner’in, bir grup milletvekiline verdiği brifingte mealen “Hizbullah uzun süredir sessizliğe bürünmüştü. Yeniden harekete geçirme faaliyetleri var. Takip ediyoruz. Yakında yeniden seslerini yükseltmek isteyebilirler” dediği ileri sürüldü.
[5] Peşinden, Milli Güvenlik Kurulu’nun Kasım 2006 toplantısında ele alınan konulardan birinin Hizbullah olduğu belirtildi. 21 Aralık’ta Amerikan AP Ajansı abonelerine “Türk Hizbullahı’ndan terör tehditi” başlığıyla İstanbul mahreçli bir haber geçti.
[6] ANKA Ajansı, Genelkurmay 2. Başkanı Org. Ergin Saygun’a sunulan bir raporda örgütün Güneydoğu’da kurban derileri toplamak için üç aydır hazırlık yaptığı uyarısında bulunulduğunu yazdı.
[7]
En nihayet PKK’ya yakınlığıyla bilinen Fırat Haber Ajansı, 26 Aralık 2006 tarihinde
[8] “Hizbullah Kürt illerinde seçimlere hazırlanıyor” başlığıyla, Sidar Boran imzalı uzun bir haberi servise koydu. Bu oldukça ayrıntılı haberde, Hizbullah’ın özellikle son iki yıl içinde “sivilleştiği”, başta Mustazaflar Derneği olmak üzere kendine yakın yasal kuruluşlar aracılığıyla gelir toplama ve sosyal faaliyetlerde bulunduğu ileri sürüldü. Haberde Hizbullah’ın yakın vadedeki hedefleri arasında ilk genel seçimlerde bağımsız aday çıkarmak veya bir partinin listesine kendi adaylarını yerleştirmek, bazı belediye başkanlığı seçimlerine katılmak ve Diyarbakır merkezli günlük bir gazete çıkarmak sayıldı.
Bilinçli bir strateji değişikliği
2001 Mart ayında çıkan “Derin Hizbullah” adlı kitabımda Velioğlu’nun “Hizbullah’ın başı ve sonu” olduğunu söylemiş, onun ölümüyle örgütün artık asla eskisi gibi yoluna devam edemeyeceğini ileri sürmüştüm ve “İkinci Hizbullah”ın önündeki alternatifleri tartışmaya açmıştım.
Kitabın yayınlanmasından üç yılı biraz aşkın bir süre sonra elektronik postamda “İ. Bagasi” imzalı “Kendi Dilinden Hizbullah ve Mücadele Tarihinden Önemli Kesitler” adlı bir kitapla karşılaştım. Kitap gerçekten Hizbullah’ın 20 yılı aşkın tarihiyle ilgili, içerden çnemli bilgi ve tahliller içeriyordu. Araştırmalarım sonucunda “İ. Bagasi”nin, Velioğlu’nun yerini aldığı ve Almanya’da yaşadığı söylenen İsa Altsoy olduğunu saptadım.
[9]
Yıllar boyunca yasal alanda hiçbir propaganda faaliyetine girmemeye özellikle dikkat etmiş bir örgütün utangaç da olsa bir tür özeleştiri yapması, bunu genel kamuoyunun da dikkatine sunması çok anlamlı ve köklü bir değişimin işaretiydi. Nitekim aynı tarihlerde Hizbullah çizgisinde bazı dergiler yayın hayatına atıldı, yayınevleri Hizbullahçıların anlılarından hareketle kaleme alınmış bazı şiir kitapları ve romanları yayınladı, web sayfaları aracılığıyla yurt içi ve dışındaki örgüt militanları ve sempatizanları birbirleriyle haberleşti. Hizbullahçıların sadece Güneydoğu’da değil büyük şehirler ve Avrupa’da nişan, düğün, piknik gibi vesilelerle bir araya geldikleri; değişik adlarda dernek ve vakıflar kurdukları, bunların yardımıyla birtakım sosyal dayanışma ağları oluşturdukları duyulur oldu.
Bütün bunlardan Hizbullahçıların, bazı radikal sol örgütler gibi devletle körü körüne bir kan davasına gitmedikleri, yani kendi kendini yok eden bir şiddet sarmalına kapılmadıkları anlaşılıyor. Ama vahşet ve acımasızlık geçmişlerine öyle damga basmış durumda ki, şiddetten tam olarak arınabilmeleri, sadece yasal zeminde varlık göstermeleri mümkün ve pek akla yatkın görünmüyor. Kaldı ki Hizbullahçılar da gerek “Kendi Dilinden Hizbullah…” kitabında, gerekse diğer yazılı metinlerde, geçmişleriyle samimi bir hesaplaşmaya girmiyorlar, haklarındaki iddiaları hiçbir inandırıcılığı olmayan şekillerde yalanlamaya çalışıyorlar ve Hüseyin Velioğlu’nu “şehit rehber” olarak ululaştırmayı sürdürüyorlar.
El Kaide ile ilişki ihtimali
Sonuçta Hizbullah üzerine her haber veya yorum, terör perspektifini ihmal etmiyor ve tabii ki en çok, örgütün El Kaide ile ilişkisi olup olmadığı sorgulanıyor. Örneğin 15 Kasım 2003 tarihinde İstanbul’da aynı anda iki sinagogu havaya uçuran El Kaide bağlantılı intihar eylemcilerinin Bingöllü olmaları nedeniyle olayda Hizbullah parmağı olduğu ileri sürülmüştü, ama asılsız çıktı.
Daha sonra, 25 Ocak 2005’de, Washington Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü Dr. Soner Çağaptay, Emrullah Uslu ile birlikte bir analiz kaleme aldı. Hizbullah’ın Beykoz operasyonundan sonra toparlanmak amacıyla Güneydoğu ve Avrupa’da nasıl yasal faaliyetler yürüttüğü üzerine ayrıntılı bilgiler bulunan makalenin hiç kuşkusuz en dikkat çekici yönü Hizbullah’ı, El Kaide’nin, Avrupa ile Irak arasındaki köprüsü olarak tanımlamasıydı. Yazıda şöyle deniliyordu:
“Kürt Hüzbullahı'nın Avrupa'da kök salması ile El Kaide'den mali destek alması arasında bir bağlantı olabilir. Bir istihbarat uzmanına göre, örgütün Suriye'deki kadrosu, dünyanın dört bir köşesinden gelen El Kaide militanlarının Irak'a sızmasına yardımcı oluyor. Bunun sonucunda, dayanışma üzerinden faaliyet gösteren ve yanı sıra para toplayan Avrupa'daki Kürt üssü sayesinde Kürt Hizbullahı, kendi ağı sıkı gözetim altında bulunan El Kaide'ye, Avrupa'dan gelip Türkiye üzerinden Suriye'ye ve oradan da Irak'a geçebilmesi bakımından, gözlerden çok daha uzak bir alternatif köprü sağlıyor.”
[10]
“Kürt Hüzbullahı'nın Türkiye'de yeniden dirilmesi, Avrupa'da sürdürdüğü örgütlenmesi ve El Kaide ile muhtemel bağlantıları, bu örgütü hiç olmadığı kadar tehlikeli kılıyor” denen makalede örgütün Avrupa ve ABD'nin terör listelerine dahil edilmesi isteniyor ve şöyle devam ediliyordu: “Bu, Avrupa hükümetleri ve Avrupa Birliği'nin grubun kıtada giderek büyüyen finans ve toplumsal ağının çökertilmesi bakımından özellikle etkili olacaktır.”
Hizbullah örgütü yöneticileriyse, internette yaptıkları açıklamayla El Kaide ile hiçbir şekilde ilişki içinde olmadıklarını belirttiler. “Kamuoyuna Duyuru” başlığıyla ve “Hizbullah Cemaati, Şubat 2005” imzasını taşıyan iki sayfalık açıklamada bu iddialar şu sözlerle kesin olarak reddedildi: “Hizbullah Cemaatinin El Kaide ile hiçbir teşkilati, siyasi ve eylemsel birlikteliği ve işbirliği yoktur. Böyle bir şeyin söz konusu olmadığını Türk devleti de bilmektedir. Çünkü bugüne kadar yaptığı bütün çalışmalara rağmen en ufak bir bulguya bile rastlamamıştır.”
15-20 Kasım 2003 İstanbul eylemlerinde de adlarının geçirildiğini, ama bununla ilgili de hiçbir ipucu bulunmadığını hatırlatan Hizbullahçılar şöyle devam ettiler: “Eğer El Kaide ile Avrupa’dan Ortadoğu’ya kadar uzanan böylesine yoğun bir trafik ve ilişki ağı olsaydı bunu Türkiye’den önce Avrupa ülkeleri görebilecek ve ortaya çıkarabilecekti. Avrupa ülkeleri, bu yalan, yanlış ve dezenformasyon amaçlı iddiaları ciddiye almamakta, inanmamakta ve bu söylentiler üzerine hareket etmemektedirler.”
“Derin Hizbullah”da , Velioğlu’ndan sonraki dönemde örgütün El Kaide ile ilişkiye geçmesinin çok tehlikeli ve muhtemel olduğunu, ama çok da kolay olmadığını dile getirmiştim. Hâlâ aynı kanıdayım. Hizbullah ile El Kaide arasında varolan köklü doktriner farklar böylesi bir birlikteliği epey güçleştiriyor. İlerde daha geniş bir şekilde ele alacağımız gibi, İran İslam Devrimi’ne yakın bir çizgideki Hizbullah’ın radikalizmini El Kaide ile aynılaştırmaya çalışmak vahim bir hata olur. Zaten bugün itibariyle böylesi bir ilişkiyi kanıtlayabilecek herhangi bir bilgi ve bulguya da sahip değiliz.
Şu ana kadar verdiğimiz örneklere de dayanarak, Hizbullah’ın yöneliminin tam ters bir yöne olduğunu, hatta daha ileri gidip, Hizbullah’ın El Kaide ile ilişkiye geçmek bir yana, bir yolunu bulup silah bırakmak istediğini söyleyebiliriz.
“İkinci Hizbullah”ı anlamak
Ancak kamuoyunda egemen olan Hizbullah algısı bu tür tahliller yapmamıza fazla imkan tanımıyor. Çünkü Türkiye’de komplo teorilerine bu kadar maruz kalmış bir başka örgüt bulmak mümkün değildir. PKK’ya sempatiyle bakan çevrelerin gözünde “Hizbulkontra”, İslami kesimlerin dilinde “Hizbulvahşet” veya “Hizbulşeytan” olarak tanımlanan örgüt, kimse tarafından, bağımsız kimliği olan, kendi ayakları üzerinde duran bir yapı olarak görülmedi.
Çünkü her kesim Hizbullah’ı sorgulamanın bir şekilde kendi hatalarıyla yüzleşmeye yol açacağını biliyordu. Örneğin PKK’lılar, o güne kadar tasfiye ettikleri solcu, Kürtçü veya İslamcı diğer gruplar gibi sandıkları Hizbullah’ı birkaç cinayetle saf dışı bırakacaklarını sanmanın bedelini çok ağır ödediklerini; Hizbullah’ın ne denli acımasız bir örgüt olduğunu ancak sıra kendilerine geldiğinde anlayan İslamcılar ise bu vahşette kendi paylarının da çok büyük olduğunu kabullenmek zorunda kalacaklardı.
Doayısıyla Hizbullah’ı basit bir maşa olarak görüp onun hakkında sadece istihbarat raporlarıyla yetindiler; onu hiçbir ciddi sosyo-politik araştırmanın konusu yapmadılar ve böylece örgütün arkasındaki muazzam sosyal, kültürel ve ekonomik desteği önemsemediler, önemsemeye kalksalar bile anlayamadılar.
[11]
“İkinci Hizbullah”ı daha iyi anlamaya şu soruyla başlayabiliriz: Örgüt nasıl oldu da o kadar etkili operasyonlardan sonra yok olmadı, hatta daha güçlü bir şekilde varlığını sürdürebiliyor?
Öncelikle güvenlik güçlerinin Hizbullah’ı tamamıyla ortadan kaldırma gibi bir stratejilerinin olmadığını vurgulamak gerekir. Bilindiği gibi Velioğlu’nda istihbarat saplantısı vardı. Tek tek tüm üye ve sempatizanlardan özgeçmişler ve kısa aralıklarla düzenli raporlar alıp bunların çoğunu bizzat inceler ve gereklerinin yapılması için talimatlar verirdi. Nitekim operasyonlarda dört ayrı şehirde Hizbullah arşivleri ele geçirildi, bu raporların çoğuna ulaşıldı ve örgütle ilişkili binlerce isim saptandı. Fakat bunların büyük bir çoğunluğu gözaltına bile alınmadı. Hatta tutuklu Hizbullahçıların hatırı sayılır bir bölümü PKK’lılar için çıkarılan ama iltifat edilmeyen “Topluma Kazandırma Yasası”ndan yararlanıp erkenden tahliye oldular.
Devletin Hizbullahçıları “bire kadar kırma” yoluna gitmemesinin temel nedeni böyle bir imkana sahip olmamalarıydı. Çünkü enerji ve zamanlarının önemli bir kısmını PKK ile mücadeleye ayırmışlardı. Kaldı ki örgütün belini kırdıklarına inanıyor ve Hizbullah’ın bir daha ayağa kalkabileceğine pek ihtimal vermiyorlardı. Fakat ne dersek diyelim, “derin” bazı odakların “ilerde yeniden kullanmak üzere” Hizbullah’ın yaralarını sarmasına göz yumduğu, hatta bu konuda ona yardımcı olduğu iddialarının daha fazla onay göreceği de bir gerçek.
Buna karşılık PKK’nın öncülüğündeki Kürt hareketinin derin kimlik krizinin Hizbullah’ın epey işine yaradığı nedense görmezden geliniyor. Artık iyice “Abdullah Öcalan’ı kurtarma hareketi”ne dönüşen PKK, sürekli adını değiştirerek, kâh ateşkes ilan edip kâh eylemlerini büyük şehirlere ve turistik bölgelere taşıyarak eski güç ve etkisini adım adım yitiriyor. Öte yandan HEP-DEP-HADEP-DEHAP-TDP üzerinden yürütülmeye çalışılan yasal siyasi mücadele de tam bir başarısızlığa uğramış durumda. Bu partilerin kazandığı belediye başkanlıklarının bazılarının halka yabancılaşması, suiistimal ve yolsuzluk iddiaları da cabası. Buna karşılık Hizbullah ve onun etki alanındaki İslamcılar, bölgedeki yoksulluk ve yoksunluğa karşı projeler geliştirip daha da kitleselleşebiliyor.
Son dönemde Güneydoğu’da yoğun faaliyet gösteren İslamcı kuruluşların en dikkat çekicilerinden biri Mustazaf-Der
[12]. Kendisini “Varlıklı Müslümanlarla muhtaç aileler arasındaki köprü” olarak tanımlayan Mustazaf-Der’in tüzüğünde derneğin amaçları şöyle sıralanmış:
* Mağdur, mazlum, mustazaf ve muhtaç fertler ve aileler arasında yardımlaşma ve dayanışmanın sağlanabilmesi yasal veya tabii hukukla kabul edilen temel haklarının savunulması için her türlü mücadeleyi vermek;
* Ekonomik, sosyal, dini ve ahlaki temel haklar ile eğitim alanında mağdur edilmiş, toplum vicdanını rahatsız eden her türlü tecavüz ve saldırılara karşı yasal çerçeveler içerisinde mücadele etmek. Gerektiğinde hukuki yardımlarda bulunmak, her türlü iletişim imkânlarını kullanarak toplumu bilgilendirmek. Toplumda meydana gelen dengesizlikler ve haksızlıkların giderilmesi için maddi hiçbir karşılık beklemeksizin mağdur ve muhtaçlara yardımda bulunmak, toplumdaki genel uzlaşma ve dayanışmayı sağlamak için her türlü çabayı sarf etmek.
Derneğin eğitim, özellikle de üniversite sınavlarına hazırlık alanındaki faaliyetleri Güneydoğu’nun muhafazakâr ve yoksul ailelerinden gelen gençlerin ilgisini çekiyor. Yoksullara yaptığı yardımlarını finanse edebilmek için kurban ve kurban derisi bağışı kampanyaları da düzenleyen Mustazaf-Der sadece Türkiye’ye yönelik çalışmalar yapmıyor. Örneğin dernek 2006 yılında “Duasız olmaz, dua da yetmez” sloganıyla Filistin’le dayanışma kampanyası düzenledi.
AKP’nin tek başına iktidara gelmesi de kuşkusuz Hizbullah’ın işini epey kolaylaştırdı. Örgütün bu sayede devlet imkanlarını geniş bir şekilde kullandığı veya hükümetin el altından onu desteklediği iddiasında değilim. Ancak AKP iktidarıyla İslam dininin her türlü politik yorumunun daha normal ve meşru sayılır olması Hizbullah gibi geçmişi lekeli yapılara bile geniş bir alan açabiliyor.
Ama Hizbullah’ı esas olarak meşrulaştıran 11 Eylül sonrası İslam dünyasında yaşanan aşırı radikalleşmedir. AKP’nin ve onunla birlikte iktidardan pay almaya başlayan eski İslamcıların global sistemden ayrı düşmemek için sarf ettiği gayretler, Hizbullah gibi oluşumların cazibesini artırabiliyor.
Ortadoğu aynasında Türk Hizbullahı
Türkiye’de İslami grupların büyük çoğunluğu, diğer ülkelerdeki hareketlerden çeşitli şekillerde esinlenmekle birlikte büyük ölçüde kendilerine has özelliklere sahiptirler. Örneğin Türk Hizbullahı’nın üç temel ideolojik dayanağı olduğunu biliyoruz: İran Devrimi, yani Ayetullah Humeyni; Nurculuk, yani Said Nursi ve Selefilik, yani Müslüman Kardeşler, özellikle de onun Suriye kolunun liderlerinden Said Havva. Sonuçta ortaya hiçbir yerli ya da yabancı grubun kopyası olmayan bir örgüt çıkıyor. Velioğlu zamanında bir istihbarat teşiklatı ve özel harp örgütü gibi yapılanan Birinci Hizbullah ile sivil toplum kuruluşları ve basın-yayın faaliyeti üzerinden yasal çalışmayı önceleyen ve silaha nerdeyse hiç başvurmayan İkinci Hizbullah arasında çok belirgin farkların bulunmasıysa işimizi daha da zorlaştırıyor.
Durumun ne derece karmaşık olduğunu anlayabilmek için, Türk Hizbullahı’nın şu an Irak’ta hangi grup ya da gruplara yakın olduğunu sormak ve bunun cevabını aramak yeterli olacaktır. Seçenekleri sıralayalım:
1) Mesud Barzani-Celal Talabani ikilisinin Kürt milliyetçisi çizgisi;
2) Hem Kürt, hem İslamcı olan ve El Kaide ile organik ilişki içindeki Ensar el İslam
[13];
3) Barzani-Talabani çizgisiyle barışık diğer İslamcı Kürtler;
4) Baasçı Sünni Araplar;
5) İslamcı Sünni Araplar;
6) El Kaide;
7) Şii Arap İslamcıları, yani Mehdi Ordusu (Mukteda Sadr), Dava Partisi (Ayetullah Sistani) ve Irak İslam Devrimi Yüksek Konseyi (IİDYK, Ayetullah Hakim)
Açık olan tek şey, Türk Hizbullahı’nın dün Saddam Hüseyin diktatörlüğüne, bugünse Amerikan işgaline karşı olduğudur. Bunun dışında, yukarıdaki grupların hemen hemen tümünü ciddiye aldıklarını, bunlardan hiçbirine tam olarak angaje olmadıklarını söyleyebiliriz. Bununla birlikte Kürt milliyetçiliğine, Baasçılığa ve El Kaide’ye daha fazla mesafeli; İslamcı Kürtlere ve Sünni İslamcılara biraz daha yakın olduklarını, ama en çok Şii gruplara sempatiyle baktıklarını kestirebiliriz.
Velioğlu zamanında Tahran rejimiyle fazlasıyla içli dışlı olan Hizbullahçıların burada sürgündeki Iraklı Şiilerle, özellikle de IİDYK ile temas kurmuş olmaları yüksek ihtimal. Ancak Hizbullah’ın bugünkü konumu IİDYK’dan çok Mukteda Sadr grubuyla benzerlikler içeriyor. Her iki grup da yoksul ve eğitim düzeyi düşük gençlerin üzerinde yükseliyor. Mukteda Sadr, Saddam tarafından katledilen babası Ayetullah Muhammed Sadık Sadr ve amcası Ayetullah Muhammed Bakır Sadr’ın, Hizbullah ise Türk polisinin vurduğu Hüseyin Velioğlu’nun prestijinden yararlanıyor. Bununla birlikte Türk Hizbullahı, Velioğlu’nun ardından şu ana kadar, örneğin Mukteda Sadr gibi karizmatik ve popülist bir lider çıkarabilmiş değil.
Bu bakımdan Türk Hizbullahı, Şeyh Ahmed Yasin ve diğer bazı liderleri İsrail tarafından öldürüldükten sonra birbirlerine eşit konumlardaki birkaç isim tarafından yönetilen Filistin’deki Hamas’ı daha fazla çağrıştırıyor. (Bu noktada FKÖ’yü, özellikle El Fetih’i de PKK’ya benzetebiliriz) Hamas da Türk Hizbullahı gibi Müslüman Kardeşler geleneğinden olmakla birlikte Tahran rejimiyle iyi ilişkilere sahip ve El Kaide’nin “global cihad” konseptine sıcak bakmıyor; El Kaide’nin kendi topraklarında üslenmesine ve buradan İsrail’e saldırmasına izin vermiyor.
Ancak Velioğlu sonrası “İkinci Hizbullah”ın en fazla Lübnan Hizbullahı’ndan esinler taşıdığını söylemek yanlış olmayacaktır. Bu noktada Türk Hizbullahı’nın bugün Güneydoğu’da giriştiği sosyal faaliyetlerin, Lübnan’da İmam Musa Sadr tarafından 1974’de kurulan Mahrumlar Hareketi (Hareket-ül Mahrimun) ile çok büyük benzerlikler gösterdiğini vurgulamak gerekiyor.
[14] Daha sonra Libya’da ortadan kaybolan (muhtemelen Muammer Kaddafi tarafından öldürtülen) İmam Sadr yoksul Şii gençlere İslam’ın ana motif olduğu bir kimlik sunup onları hem sosyalleştiriyor, hem de siyasallaştırıyordu. Zamanla bu hareketten “Emel” örgütü doğdu. Bir süre sonra İran yanlıları ayrılıp “İslami Emel” adıyla kendi gruplarını kurdular. Ve süreç içinde bu grup da Hizbullah adını aldı ve Lübnan’ın en etkili siyasi gücü haline geldi.
Kuşkusuz günümüz radikal İslami hareketlerinin her biri özgün birtakım koşulların ürünüdürler. Örneğin Hamas ve İslami Cihad, Filistin’deki İsrail işgali ve FKÖ’deki yozlaşma nedeniyle adım adım etkinlik kazandılar. Taliban da Afganistan’daki Sovyet işgali ve buna direnen mücahit gruplarının yaşadıkları yozlaşma ve birbirleriyle çatışmaları nedeniyle aradan sıyrıldı; yediği darbeden sonra, şimdi de ülkedeki NATO (esas olarak ABD) varlığına karşı savaşıyor. Lübnan Hizbullahı da, bu ülkedeki karmaşık etnik yapı, iç savaş, İsrail işgali ve Suriye ile İran’ın müdahalelerinin ürünüdür. Irak’taki İslamcı gruplar da, Amerikan işgaliyle ortaya çıkmamış olsalar bile esas olarak bununla birlikte geliştiler.
Türk Hizbullahı’nın bugünü ve geleceği üzerine kafa yorarken öncelikle Lübnan Hizbullahı’nın, ardından Hamas’ın, Irak’ta Mukteda Sadr hareketinin, Afganistan’da Taliban’ın serüvenlerini mercek altına almakta yarar var. Yedikleri bütün darbelere rağmen bütün bu örgütler günümüzde hâlâ ayaktalarsa ve dev güçlere kafa tutabiliyorlarsa bunun bazı nedenleri olsa gerektir. Örneğin bütün bu örgütler, bulundukları coğrafyalarda uzun bir süre geri planda kaldılar, ama direnişe öncülük eden ana yapıların zamanla yorulması, yıpranıp yozlaşmalarıyla (Lübnan’da sol hareketler ve Emel; Filistin’de El Fetih ve FKÖ; Afganistan’da geleneksel mücahit örgütlerinin tümü; Irak’ta IİDYK ve Dava) “taze kan” ve “yegane ümit” olarak geniş kitle desteklerine ulaştılar.
Türk Hizbullahı, yabancı bir ülkenin işgaline karşı savaş söz konusu olmadığı için şüphesiz bu örgütlerden farklılaşmaktadır. Fakat onları besleyen, rakiplerinin yorulma, yıpranma ve yozlaşmasının Güneydoğu’da PKK, Türkiye genelindeyse AKP için belli ölçülerde geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Hal böyle olunca Hizbullah’ın önü epey açık demektir. Hele Irak’ın parçalanması ve bunun yıkıcı etkilerinin Türkiye’yi de sarsması durumunda Hizbullah Güneydoğu’da, Lübnan Hizbullahı, Irak’taki Mehdi Ordusu veya Hamas gibi belirleyici güç haline gelebilir.
Sonuç
Toparlayacak olursak:
Hizbullah sosyal bir olgudur: Onu marjinal ve geçici bir terör çetesi olarak görmek çok vahim bir hata olacaktır. Tam aksine Hizbullah’ı küçümsememek ve ciddiye almak gerekir Çünkü Hizbullah, Güneydoğu’nun İslami duyarlığı coğrafyasında ortaya çıkmış, dünya çapında İslamcı hareketlerin yükselişine paralel olarak güçlenmiş, uzun bir süre İran’daki İslami rejimden maddi ve manevi destek almış, Türkiye’nin Kürt sorununu çözememesi ve devlet ile PKK arasındaki çatışmanın yıllarca sürmesinden beslenmiş yaygın bir kitle tabanına ve yediği bütün darbelere rağmen çok sayıda üye ve sempatizana sahip bir örgüttür. Öte yandan, yaklaşık 30 yıllık bir tarihi bulunan Hizbullah çok zengin bir siyasi faaliyet tecrübesine sahiptir. Cezaevlerinde de süren eğitim çalışmaları sayesinde Hizbullah militanları yıllara yayılan kesintisiz bir süreç yaşıyor ve yetkinleşiyorlar. Hizbullah’ı asla.
Hizbullah bağımsız bir güçtür: İran ve/veya Türk devletiyle ilişkisi üzerine yapılan spekülasyonlar nedeniyle Hizbullah hep “taşeron” bir örgüt olarak görüldü ve gösterilmek istendi. Bugün de benzer bir eğilimin güçlü olduğu söylenebilir. Gerçekten de birçok yasadışı örgüte olduğu gibi Hizbullah’a da bazı istihbarat servisleri sızmış veya onun bazı yöneticileriyle temas halinde olabilirler. Fakat bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde değişik manipülasyonlara açık olması Hizbullah’ı kendi ayakları üzerinde duran bir yapı olarak görmeyi engellememelidir. Komplo teorilerini geri plana itip Hizbullah’ı anlamak için esas olarak onun siyasi, toplumsal, kültürel vb. konumlarını değerlendirmek gerekir.
Hizbullah Güneydoğu’da yeniden üçüncü güç oluyor: Irak ve bölgedeki gelişmeler, Kürt sorunundaki tıkanıklık ve PKK’nın yaşadığı siyasi kriz nedeniyle Hizbullah yeniden Güneydoğu’da devlet ve PKK’nın dışında, her birine ayrı ayrı rakip üçüncü bir güç olarak sivriliyor.
Eğer birileri Hizbullah’ı özellikle PKK’ya karşı mücadelede kullanılabilecek bir sivil güç olarak görüp manipüle etmeye kalkarlarsa çok büyük bir yanlışa imza atmış olurlar. Dünyanın dört bir tarafında defalarca yaşandığı gibi böylesi bir ilişkiden, az verip çok alacak olan Hizbullah’ın kazançlı çıkma ihtimali çok yüksektir. Daha ötesi, Hizbullah bir bumerang gibi ilerde, bir şekilde kendisinin önünü açanları vurabilir.
Kaldı ki Hizbullah-PKK çatışması, geçmişte görüldüğü gibi PKK ve Kürt sorunlarının çözümünü kolaylaştırmak yerine daha da zorlaştırır. Çünkü böylesi bir çatışma bölgeyi daha da terörize eder, insanlardaki güven duygusunu iyice yok eder ve bölgenin zaten kıt olan ekonomik imkanlarının, yetişmiş insan gücünün heder olmasına yol açar. Kaldı ki muhtemel bir PKK-Hizbullah çatışmasından zaferle çıkacak tarafın ulaşacağı güç de korkutucu olacaktır.
Hizbullah kendini yeniliyor: Hüseyin Velioğlu döneminin Hizbullahı hafızlarda hâlâ sıcak bir şekilde yerini koruyor. O dönemin Hizbullah vahşetini hep akılda tutmakla birlikte örgütün kendine yepyeni bir rota çizdiğini, en azından çizmek istediğini saptamak şart. Kuşkusuz Hizbullah’ın bölgedeki gelişmeler ve/veya iç değerlendirmeler sonucunda, belki de birtakım manipülasyonların etkisi altında yeniden silaha ve terör başvurması ihtimali hep mevcuttur. Örgüt pekala ilerdeki silahlı mücadele hedefine ulaşmanın hazırlığını yapmak istiyor, bu nedenle yasal çalışmalara ağırlık veriyor olabilir. Fakat polisiye önlemlerle ortadan kaldırmanın imkansız olduğu ortaya çıkan Hizbullah’ın şiddetten uzaklaşma arayışını önemseyip ciddiye almak fena bir fikir olmayabilir.
[1] Velioğlu sağken örgüt üyeleri “Hizbullah” adını benimsemeyip kendilerinden daha çok “Cemaat” diye söz ettiler. Ancak “Hizbullahi” sıfatından ve başkalarının kendilerinden “Hizbullah” diye bahsetmesinden pek rahatsız da olmadılar. Velioğlu’nun ölümünden sonraysa kendilerine “Hizbullah” demeye başladılar.
[2] Örgüt o tarihlerde hiçbir yazılı propaganda ve eğitim malzemesi üretmediği için bunlar doğrudan Velioğlu’nun değil, yakalanan bazı militanların ona atfettikleri sözlerdir.
[3] Beykoz Operasyonu’nun birinci yıldönümünde Hizbullah üzerine geniş bir dosya hazırlamaya karar vermiş ve bunu, o dönemde düzenli bir şekilde dışardan haber yaptığım Milliyet Gazetesi’ne önermiştim. O tarihte Milliyet’in Genel Yayın Yönetmeni olan Mehmet Y. Yılmaz “Ben tarihle ilgilenmiyorum” diyerek önerimi reddetti. Bunun üzerine kendi başıma Diyarbakır’a gittim. Burada il Emniyet Müdürü Gaffar Okkan ve kurmaylarıyla, ona bir nevi danışmanlık yapan Hizbullah itirafçısı Abdülaziz Tunç ile görüştüm. Okkan, Hizbullah’ın büyük ölçüde bittiğini düşünüyor, bu başarının aslan payını da kendine ayırıyordu. Hazırladığım yazı dizisi Cumhuriyet Gazetesi’nde “Pusudaki Hizbullah” başlığıyla yayınlandı. Daha dizi bitmeden Hizbullah militanları Okkan ve beş korumasını katletti.
[4] 12 Şubat’daki miting İhya-der, Ay-Der, Anadolu Gençlik Dergisi, İkra Eğitim-Der, Seher-Der, Kar-Der, Mustazaf-Der, Has-Der, Umut-Der gibi Güneydoğu’da sayıları son hızla artan yasal kuruluşlar tarafından ortaklaşa düzenledi. 16 Nisan’dakinin düzenleyicisiyse Mustazaf-Der’di. Her ne kadar bu kuruluşların yöneticileri arasında Hizbullah davalarını üstlenen avukatların ve örgüte yakınlıklarıyla bilinen bazı isimlerin bulunduğu yolunda medyada haberler çıktıysa da bu gösterileri tümüyle Hizbullah’a mal etmek kuşkusuz doğru olmayacaktır. Ancak Güneydoğu’daki İslami hareketin gelişimini yakından izleyenler için, böylesine örgütlü ve etkili eylemlerin içinde bir şekilde Hizbullah’ın bulunduğu da açıktır. Kaldı ki, son beş yılda bölgede Hizbullah dışı ve ona alternatif herhangi bir İslami oluşumun yeşerdiğine dair elimizde hiçbir bulgu yok.
[5] Şamil Tayyar,
Star, 12 Aralık 2006. http://www.stargazete.com/index.asp?haberID=106654
[6] http://www.iht.com/articles/ap/2006/12/21/europe/EU_GEN_Turkey_Islamic_Terror.php
[7] http://www.hurriyet.com.tr/gundem/5688773.asp?m=1&gid=112&srid=3429&oid=4.
[8] http://www.firatnews.com/modules.php?name=News&file=article&sid=18590.
[9] Kitap üzerine kaleme aldığım “Hizbullah nihayet sessizliğini bozdu” başlığıyla ayrıntılı bir haber/analiz için bkz: http://ntvmsnbc.com/news/275359.asp
[10] Yazının Türkçesi için bkz: http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=141881
[11] Eskiden örgüt tamamen illegaldi, dolayısıyla bunu yapmak zor ve de tehlikeliydi. Bundan böyle Hizbullah’ı anlayabilmek için çok sayıda açık kaynağa sahibiz. Ama yine de ortada ciddi çalışmalar bulunmuyor.
[12] Aslında zayıf olmayıp bir şekilde güçsüzleştirilmiş ve hareketleri engellenmiş anlamına gelen “mustazaf” terimi, İslami terminolojide Allah’a karşı kibirlenip baş kaldıran “müstekbir”e karşı kullanılır. Bunu sol terminolojideki “ezen-ezilen” ikilemine benzetebiliriz. İran Devrimi’nden sonra sıklıkla kullanılmaya başlanan mustazaf ve müstekbir terimleri Tahran’ın “devrim ihracı” stratejisinde bir nevi anahtar kelimeler oldular.
[13] Kendi Dilinden Hizbullah’taki şu paragraf epey dikkat çekici: “JİTEM, halk arasında dindar geçinen ve bu özelliklerinden dolayı alt düzeyde Cemaatin bazı fertleriyle ilişki kurabilen unsurlarını devreye sokarak Cemaate karşı bir komplo ve imha planı geliştirmişti. Eğer Cemaat isterse Güney Kürdistanlı (Kuzey Iraklı) bazı grupların yardımıyla Cemaati buraya yerleştirebileceklerini, böylece Cemaatin orada kamp kurabileceğini, mahkum ve muhacirlerini barındırabileceğini söyleyerek bunu Cemaate teklif olarak getirdiler. Ancak Cemaat bu oyuna gelmedi ve bu tuzağa düşmedi. Bu planı ortaya çıkarıp, hem bu planı ve hem de bu planın içerisinde yer alan unsurları etkisiz hale getirdi.” (sayfa 227)
[14] Bu hareket için bkz. Gilles Kepel, (çev. Haldun Bayrı)
Cihat, Doğan Kitapçılık, 2001, İstanbul, “İran Devrimi’nin getirdiği soluk” bölümü, sayfa 133-153.