Uluslararası 7. Avrupa Birliği, Türkiye ve Kürtler Konferansı için gittiğim Brüksel’de Kürt siyasi hareketinin değişik kademelerinde yer alan onlarca kişiyle sohbet etme ve tartışma imkanı buldum. Bunların bir kısmı, doğrudan PKK içinde yer alan kişilerdi ki bunlara hareket içinde “kadro” deniyor. Örnek olarak, kısa süre önce Brüksel’de gözaltına alınıp serbest bırakılmış olan eski DEP milletvekilleri Remzi Kartal ve Zübeyr Aydar’ı verebilirim. Görüştüklerimin çoğunu, Kürt hareketinde “yurtsever” olarak adlandırılan, PKK ile organik ilişki içinde olmamakla birlikte onun paralelinde Avrupa’nın değişik şehirlerinde faaliyet gösteren yasal kuruluşlarda sorumluluklar üstlenen kişiler oluşturuyordu. Ayrıca Roj TV, Fırat Haber Ajansı gibi Kürt medyasında çalışan gazetecilerle de uzun uzun tartışma imkanım oldu.
Perşembe günkü yazımda da değindiğim gibi, Brüksel’deki sohbetlerimizin ana eksenini, benim çözümün ilk şartı olarak PKK’nın silah bırakmasını göstermem oluşturuyordu.
Konferansın aralarında, otel lobilerinde ya da yemeklerde birbirinden farklı gruplarla benim kendilerini hayli rahatsız eden tezlerim ekseninde hararetli tartışmalar yaşadık. Bu konuya daha soraki yazılarımda ayrıntılı bir şekilde girmeyi düşünüyorum, şimdilik şunu söyleyebilirim:
Daha önce Berlin ve Ankara’da, yine Kürt hareketine yakın kişilerin çoğunlukta olduğu topluluklara aynı yaklaşımı dile getirmiş ve çok sert tepkilere maruz kalmıştım. Bu seferki tepkilerin kıyaslanamayacak ölçüde yumuşak olmasını, son dönemde yaşanan gelişmelere bağlamak yanlış olmaz.
Nedir bu gelişmeler? Hiç kuşkusuz devletin Öcalan’la sistemli olarak görüşmesi ve PKK liderinin de bu durumdan olumlu söz etmesi; buna bağlı olarak PKK’nın “eylemsizlik” kararını genel seçimlere kadar uzatması. Diğer bir deyişle Kürt siyasi hareketinin saflarında çözüme yönelik umutlar hiç olmadığı kadar artmış durumda.
AKP’ye duyulan güvensizlik
Beni en çok şaşırtan, görüştüğüm kişilerin hemen tümünün çözüm için temkinli de olsa ümitli olmakla birlikte AKP hükümetine karşı en ufak bir güven duygusu beslememeleriydi. Hareket içindeki konumları ne olursa olsun, hiç kimseden AKP ve Başbakan Erdoğan hakkında olumlu bir söz işitmedim. Tam tersine Erdoğan’ın Kürt konusunda zaman zaman sergilediği iniş-çıkışları, neredeyse günü gününe ve kelimesi kelimesine aktarıyor ve soruyorlardı: “Bunlara nasıl güvenelim?”
Aynı kişilerin, AKP’ye yönelik antipatilerinin dozuna neredeyse yakın bir ölçüde CHP’ye ilgi göstermeleriyse ayrıca dikkat çekiciydi. Bu garip durumu Zübeyr Aydar’a sorduğumda önce mantıklı ama bana göre yetersiz bir açıklama yaptı: “Seçimlerde bizim etkili olduğumuz bölgelerde CHP ve diğer partiler zaten yok, bir tek AKP var. Öte yandan AKP iktidarda olduğuna göre onu daha fazla eleştirmemiz de normaldir.” Ancak sohbetin ilerleyen bölümlerinde Aydar, Öcalan’ın da zaman zaman dile getirdiği bir analizin Kürt hareketi saflarında hayli etkili olduğunu vurguladı: “Kürt sorununun çözümü konusunda ‘devlet’, ‘hükümet’ten daha ileri bir noktada.”
(Burada “devlet”ten kastedilenin esas olarak TSK olduğu açıktır.)
Bu analizin iki açıdan doğru olduğunu düşünmüyorum:
1) AKP hükümetinin Kürt sorununun kalıcı bir şekilde çözülmesini bir TSK’dan daha az istediği, hatta hiç istemediği bir “şehir efsanesi”nden başka bir şey değildir;
2) Özellikle 2007 seçimlerinden sonra, yani Abdullah Gül’ün Çankaya’ya çıkması, Ergenekon soruşturması ve bunun TSK’nın iktidarını iyice yıpratması ve nihayet son YAŞ kararlarıyla “devlet”-”hükümet” ayrımının eskisi gibi geçerli olduğu söylenemez. Yani AKP sadece hükümette değil devlette de iktidardadır.
Bakalım Kürt siyasi hareketi Türkiye’deki iktidar mücadelelerin doğurduğu muazzam altüstleri doğru okuyup stratejilerini bunlara bağlı olarak gözden geçirebilecek mi? Bu noktada kulağımız yine Öcalan’dan gelecek açıklamalarda olacak.