Mehmet Altan ile söyleşi: Türkiye’nin gidişâtı

12.09.2024 medyascope.tv

12 Eylül 2024’te medyascope.tv'de yaptığımız söyleşiyi yayına Tania Taşçıoğlu Baykal hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Stüdyoda konuğum Prof. Mehmet Altan. Epey bir zaman oldu kendisiyle yayın yapmayalı. Kendisiyle, Türkiye’nin gidişâtını ve her şeyi konuşacağız. Hoş geldin ağabey.
Mehmet Altan: Hoş bulduk. Epey olmuş demek ki konuşmayalı. Atladın sen.

Ruşen Çakır: Ama senin maşallahın var; sürekli bir yerdesin, sürekli bir şeyler yapıyorsun. 
Altan: Ben sâdece koltuğumda oturuyorum, sûretim geziyor. Pek fazla yaptığım bir şey yok. Sâkin bir hayat.

Ruşen Çakır: O zaman, çalışmadığın ama uzmanlığın olan konudan başlayalım. Ekonomi ne durumda?
Altan: Bana bunu sorduklarında “Makine kırıldı” diyorum. Yabancılarla ahbaplık ettiğimde “Makine kırıldı” lâfının ne demek olduğunu anlamıyorlar. Çünkü bir iktisat hocasının, bir iktisatçının, bir iktisat analizi olarak “Makine kırıldı” demesi kolay anlaşılır bir şey değil. Yani Merkez Bankası’nın bağımsızlığını, özerkliğini, saygınlığını ortadan kaldırdığın vakit, orada ekonomi diye bir şey kalmaz. Hepimiz uçurumdan düşmeye başladık ve henüz dibi de görmedik; düşmeye devam ediyoruz. Fakat sanki böyle bir şey yokmuş gibi analizler yapılıyor.
Ben bu dönemi Balkan Savaşları’na benzetiyorum. Bütün o çöküntünün aynısını bir tur sonra yaşıyoruz. 1912-1913 arası Balkan Savaşları döneminde, Osmanlı çökerken de Saray’ın etrâfında yâhut İstanbul basınında bir sürü şey yazılıyordu; dedikodular şunlar bunlar… Hayat normalmiş gibi bir görüntü kabuk vardı. Ama sonra pat diye Osmanlı çöktü. Temel hiçbir şeyin konuşulmadığı, gerçek ekonominin gündem olmadığı bir dönem. Bu ne demek? İhrâcâtımızdaki nitelikli, ileri teknolojik ürünlerin payı torpilli olarak %3. Geçen gün TÜSİAD’ın raporunda söz ediliyordu: Yirmi yıl önce Vietnam’ın ihrâcâtının içindeki nitelikli teknolojik mallar 2 milyar, 20 yıl içinde 137 milyar dolara çıkmışlar. Nasıl yapmışlar bunu? Eğitimi yeniden oluşturarak. Yani para üstünden birtakım konuşmalar oluyor; ama bunun bir mânâsı yok, çünkü bizim paramız yok. Parası olan kesim %20. “Peki bu %80 niye fakirleşiyor? Bu toplum niye biçip üretemiyor? Bunun temel iskeletindeki aksaklık ve bozukluk nedir?” gibi temel iktisat parametrelerinin asla konuşulmadığı, onun yerine, doğru yürüyemeyen, ağır aksaklıkları olan bir vücûdu hiçbir sorunu yokmuş gibi analiz eden bir sürü şeyler konuşuluyor.

Ruşen Çakır: Ben bir ara yurtdışına göçenlerle ilgili yayınlar, röportajlar yaptım. Hattâ Medyascope’ta bir yazı dizisi olarak yayınladık bunları. Çok büyük kısmı iyi eğitim görmüş, ama belli bir yaşa gelmiş — 30’lu yaşlar diyeyim. Bu insanlar arasında büyük bir göç yaşanıyor. Gittikleri ülkelerde iş bulma garantisi olan doktorlar, mühendisler, yazılımcılar gidiyor.
Altan: Yani evrensel düzeyde mesleklerini yapanlar.

Ruşen Çakır: Evet. Hemen hepsinin ortak söylediği bir şey var: Alım gücünün düştüğü. Sonuçta orta sınıfın eridiği tespitini görüyoruz.
Altan: Orta sınıf yok oldu.

Ruşen Çakır: Bitti mi?
Altan: Son 10-15 yıllık süreçte gelir dağılımını izlediğin zaman, nüfûsun en zengin ilk %20’si, millî gelirden sürekli artan bir pay alıyor, %80’inin aldığı pay düşüyor. Türkiye dış borcunu ödemek durumunda. O borcu tahsil edecek olanlar, içerideki sosyal katmanların hangilerinin daha fazla boğulacağına karar veriyor. Zâten emeklileri gözden çıkarmışlar. Emeklilere para yok değil. Paraları tahsil edecek alacaklı olanlar borcunu tahsil ederken bakıyor senin listene. “Buna verme” diyor. Bu dönemin zenginleşen, siyâsal iktidarla iç içe unsurları –ki bunlar müteahhitler–; bunlara, tuzu kurulara hiç dokunulmuyor, geri kalan ortadan kalkıyor. Asgarî ücretin ortalama gelir olduğu bir ülkede, zâten orta sınıf diye bir şey kalmıyor; sosyolojik yapısı en sağlıksız hâle geliyor.
Ama bununla ilgili bir iki şey söylemek isterim; çünkü iktisat o anlamda çok önemlidir. Meselâ Hollanda’nın ihrâcâtı 114 milyar dolar. Bu sırf tarım ihrâcâtı. Türkiye’nin 24 milyar dolar. Hollanda ufacık, Konya kadar bir yer. Türkiye’de “verimlilik” kavramı yok. Türkiye’nin ortalama tarım işletmesi 6-7 hektar. Bunu hep söylüyorum, çünkü hayâtî bir mesele. Tarımda niye tosladık? Tarımcılar niye ayağa kalktı? Ankara, Devlet, siyâset hiçbir zaman verimli bir tarıma dönüşmedi. Bakıyoruz, Türkiye’de ortalama tarım işletmesi 6-7 hektar. Avrupa Birliği ortalaması 25 hektar. Amerika işletmesinde ortalama 100 hektar. Yüz hektar en zengin, 25 hektar daha altta; ama Türkiye, meselâ Hollanda’ya oranla çok daha geniş bir tarımsal alanı olmasına rağmen çok fakir. Neden? Çünkü verimlilik gibi bir kavram yok. Bir akılcı yöntemi, siyâseti yok. Türkiye’de siyâset, Hazîne’ye çökmek üstüne. Devleti ve toplumu geliştirmek üstüne bir siyâsî faaliyet yok. Bir iç sömürge mantığıyla Hazîne’ye çökmek var. Yüz yıllık bir Cumhuriyet demokrasiye geçememiş. Çip üretemiyor. İlk 250’de üniversitesi yok. Yüz yıllık bilançoda siyâset kurumunun günahı bunlar.

Ruşen Çakır: O zaman klasik soru: İktidar hâlâ niye iktidarda? Bu olay sâdece otoriterlikle açıklanabilir mi?
Altan: Hayır. Herkes bu kirlenmenin parçası olmak istiyor. “Ben bu işe girmem. Bu kirli, karanlık ve öz saygıyla bağdaşmayan bir durumda olmamak gerek” diyen bir anlayış yok. Meselâ, Allah rahmet eylesin, babama “Niye bu yolsuzluk burada problem olmuyor?” diye sormuşlar. O da, “Millî Piyango gibi. Bana da çıkabilir” diye cevap vermiş. Yani bu sorunun cevâbı çok açık. Nüfûsun 25 yaş yukarısı okula gittiği yıllar toplanıp o nüfûsa eşit bölündüğü vakit, kimse lise mezunu değil. Üstelik de lise mezunu olmak da bir anlam ifâde etmiyor, çünkü eğitmenlerin niteliğinde de büyük zâfiyetler var. Türkiye’de bir milyon 800 kadar eğitmen var, sıçrayıp gitmesi lâzım. Niye gitmiyor? Eğitmenlere de dikkat etmek, bir projektör yakmak lâzım. Burada üniversite yok. Üniversite olmayınca yazma çizme yok.

Ruşen Çakır: Üniversite sayısı çok arttı ama. Her ilde var.
Altan: Doğru, nicelik olarak sayısı arttı; ama ben nitelikten bahsediyorum.

Ruşen Çakır: Ama şöyle bir şey var: Meselâ Boğaziçi Üniversitesi’nde 5 genç ekonomistin yaptığı bir araştırma var. Geçenlerde onlardan birisiyle konuştum. Diyor ki: “O kadar çok üniversite mezunu oldu ki, artık tek başına üniversite mezunu olmak iyi bir statü ve iyi bir gelir anlamına gelmiyor”.
Altan: Onlar kibar oldukları için böyle söylemişler. Üniversite mezunu olmak, üniversiteden meslek edinen, yeryüzünde kendi mesleğini icrâ edecek düzeyde öğrendiği, meslek olarak eğitildiği şeyi yeryüzünün her tarafında yapabilecek kalitede birisi anlamına gelmiyor. 2021 yılında 4 bin kişiyi profesör yaptılar. Hemen bir jüri kuruluyor; doçentlik, profesörlük veriliyor. Çaycı markası gibi oldu bu. Ama o marka hanın dışında geçmiyor. Çaycı markası dediğim o. Handa çay içince markayı veriyorsun, yurtdışına çıkınca mesleğini yapamıyorsun. Yapanlar da senin söylediğin gibi gidiyor. “Üniversite hocasıyım, ama Berlin Teknik’te ders veremem, Harvard’da veremem, Sorbonne’da veremem” gibi bir şey olmaz, değil mi? Sonuçta evrensel bir iş bu. Meselâ iyi okullardan biriydi Boğaziçi Üniversitesi, onu boğdular. Çünkü o ayna vazîfesi görüyor. Orada evrensel düzeyde işini yapan profesörleri şimdi boğuyorlar. Nitelik düşmanlığının olduğu bir süreç. “Doktor dövüyoruz” diye övünülen bir süreç. Bütün sosyolojik ve siyâsî analizleri doktor olmaya değil doktoru dövmeye yönelik bir anlayışın şekillendirdiği bir dönem bu.

Ruşen Çakır: “Buraya nasıl geldik?” diye soracağım, ama bir kısmını söyledin zâten. Bir de çok sert şeyler yaşadı Türkiye, çok inişler çıkışlar yaşadı ve daha da yaşama ihtimâli var. Meselâ en son yaşanan cumhurbaşkanlığı seçimi.
Altan: Ruşen, ben bu dönemlerin hepsini yaşadım, gördüm, bildim. Aynı zamanda ülkeyi yönetenleri de birinci derecede tanıdım. Bunun sorumlusu siyâset kurumu. Siyâset kurumu Türkiye’yi dönüştürmek üstüne entelektüel rüyâsı olan tahayyül piyâdelerinden oluşmuyor. Sınıf atlamak isteyen, mesleğinde başarısız –ki gittikçe artan dozajda bir dekadans var–, eskiden çok daha nitelikli adamları da bu eleştirinin içine koyuyorum. Çünkü o kurum sun’î bir kurum. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e çok hızlı geçtik. Siyâset kurumu Saray’ın parçası olarak kaldı ve halkın taleplerini, sıkıntılarını giderecek bir kurum olmaktan uzaklaşıp, devletin uzantısı hâline geldi. Hiçbir ciddî rapor Meclis Genel Kurulu’na inmedi. Adam, “Ben Türkiye’de rüşvet verdim” dedim. Meclis’te araştırma yaptılar, ama Kurul’a inmedi. Fâili meçhuller çok ciddî bir rapordur, inmedi. Susurluk inmedi. 15 Temmuz raporu kayboldu. Peki nasıl bir parlamento bu ki kendini hedef alan bir darbe girişiminin raporu orada kayboluyor.
Bir insan ölürse teorik olarak devlet ölür; çünkü devletin birinci vazîfesi yaşam güvencesidir. Fâili meçhul cinâyetler komisyon raporu neden Meclis Genel Kurulu’na inmez? Hangi güç bunu engeller? Ya da daha siyâsî bir başka şey söyleyeyim: AKP 20 küsur yıldır iktidarda, ama YÖK 40 yıldır ayakta. Sivil siyâset yaptığını söyleyen insan niye YÖK’ü kaldırmaz?

Ruşen Çakır: Üstelik programında YÖK’ü kaldırmak vardı.
Altan: Evet, daha neler vardı programında. Siyâset kurumu, 40 yıldır 5 darbeci generalin yaptığı siyâsî parti yasasından hiç rahatsız değil. Siyâsî partiler yasası Fransa’da yoktu, sen benden daha iyi bilirsin.

Ruşen Çakır: Şimdi Erdoğan ve iktidârın gündeminde yeni anayasa var. Sen bunu zamânında çok tartışmış, 12 Eylül Anayasası’nı çok eleştiren kişilerden birisin. Ama bu arada anayasa defalarca değişti. Özellikle Avrupa Birliği sürecinde, neredeyse %70’inin değiştiği söyleniyor. Türkiye’nin gerçekten gündemi yeni bir anayasa mı?
Altan: Değil tabiî. Erdoğan siyâseten 50+1 tuzağına düşürüldü. Şimdi anladı ki bu iş 50+1’le olmayacak. Bir kere daha iktidar olmak, cumhurbaşkanı seçilmek istiyor. O nedenle 50+1’i değiştirmek istiyor. Bir çıkmaz içinde. Onun derdi o.

Ruşen Çakır: Onu yapmak için kim varsa onunla ittifak yapmak.
Altan: Evet. MHP, yâhut MHP’nin kendi külliyesindeki şuradaki buradaki uzantıları, yerleşik güçleri buna yanaşmadığı için bir başka ittifak arıyor. Cumhuriyet Halk Partisi’nde bu biraz anlaşılıyor, biraz anlaşılmıyor, biraz eleştiri sebebi oluyor, biraz taraftar buluyor; ama tek derdi yeniden seçilmek. Ama bu 50+1’le olamaz, çünkü oyları çöküyor. Türkiye çöktü. “Bir yeni formül bulayım, olmazsa parlamenter rejime döneyim. Yani bir sürü tâvizler vereyim; ama yeter ki bir dönem daha kalayım.” Bütün bu arayışı bunun için. Onu böyle anlatamayacağına göre, onu anlayan var anlamayan var, kızan var kızmayan var. Ama benim anladığım, 50+1’in tuzak olduğunu anladı, bundan çıkacak manevralar peşinde. Bunun içinde parlamenter rejime dönmek de var.
Anayasa değişti diyorsun. Meselâ belediyecilik yoktur Türkiye’de. 12 Eylül’den kalan anayasaya baktığın vakit –yanılmıyorsam Anayasa’nın 127. Maddesi– belediyeler merkezî idârenin vesâyeti altındadır. Halbuki devletin bir parçasıdır yerel yönetimler. Ama merkezî idâre bugüne kadar bu yasayı değiştirmedi. Merkezî idârenin vesâyeti altında belediye olur mu? Belediyeler demokrasilerde yerel hükûmettir. Meselâ 14. madde. 14. maddede, Parlamento’nun ne yapacağına anayasayı yapanlar karar veriyor. Bunları incelediğin vakit, o ruh, demokratik anayasa rûhu orada duruyor. Ama bu anayasa lâflarının özeti, siyâseten: “Oylar düşüyor, galiba ben bir daha seçilemeyeceğim. 50+1 de bana tuzak oldu. Birilerini bulayım anayasayı değiştireyim” — zihniyet bu.

Ruşen Çakır: CHP’den bahsettin, hani bir ara çok konuşulana ama giderek azalan yumuşama-normalleşme meselesi vardı, çok tartışmalara da yol açtı. Kimileri bunun tamâmen Erdoğan’ın kandırmacası olduğunu ve Özgür Özel’in zokayı yuttuğunu söyledi. Ama Özgür Özel de, “Ben sâkin bir şekilde AK Parti tabanındaki seçmene ulaşabiliyorum” gibi bir karşı argüman yürütüyor.
Altan: Bunların hepsi, siyâsette bulunan insanların bir ikbal arayışı. Bende bir liste var, içinde 5 dönem, 6 dönem, 7 dönem milletvekilliği yapanlar var. Oraya giren bir daha gitmek istemiyor. 25 yıldır milletvekilliği yapan var. Ne yapıyorlar bunlar? Kırk yıldır YÖK’ü kaldırmadı, siyâsî partiler yasasını değiştirmedi, 100 yıllık Cumhuriyet demokratikleşemedi. Oraya giren zenginleşiyor, halk fakirleşiyor. Tarımın hâli belli. Hangi temel işi çözdün? Peki, ne yapıyorsun sen orada? “Devlet îtibârıyla zenginleşiyorum, hattâ iş kuruyorum” filan filan. Meselâ bakıyorum: KHK’lılardan hiç söz edilmiyor. Orada ittifak var. Peki, adâlet arıyorsan niye KHK’lılar için adâlet aramıyorsun? Hepsi mağdur edilmiş. Mağdurların hepsi için var ise, KHK’lılar için niye yok?
Avrupa Birliği üyeliği lâfı var. CHP belediyeleri Türkiye ekonomisinin en çok üretim yaptığı yerlerde. Bütün belediyeleri AB standartlarında çalışarak buna adım atabilir. Önünde hiçbir engel olmayan dosyaların açılmasına öncülük eder. Ama mesele o değil. Mesele, “Kim cumhurbaşkanı olacak? Eğer ben cumhurbaşkanı olamayacaksam, parlamenter rejimde başbakan olur muyum?” Şimdi bunların kavgaları var orada — hattâ bir kısmı îmâ şeklinde. Hiçbir zaman istediğimiz yere gelmemiş olan Türkiye’yi, oraya getirmenin yöntemlerini aramak yerine… Şöyle lâflar duyuyorum: “Ya, bu tek adam rejimi kötü değil aslında, ama…’’

Ruşen Çakır: “Ama adam kötü.”
Altan: Evet. “Onun yerine ben gelirsem uçar gideriz” îmâsında bulunanlar var. Ankara Belediye Başkanı, “Bizi yavaş yavaş böyle algılamaya başladılar” diye kendisi söyledi. Yani 40-50 yaşlarındaki adamların kafasında hep, kendi geleceği, 15-20 yılın ihtirâsı var. Korkunç şeyler oluyor.

Ruşen Çakır: Siyâset kurumu böyle, ama ortada toplumsal muhâlefet de yok. Nasıl olacak?
Altan: Toplumsal muhâlefet de yok, haklısın. Biraz önce söyledim, 25 yaş üstü lise mezunu bir adamın hayatla başa çıkacağı, kendini değerli, özgüvenli hissettiği, dünya ölçeğinde mesleğini yapabilir hissettiği bir toplum üretmemişler ki. İnsanlar, “Sen benim hakkımı vermiyorsun, ben burada çalışıyorum canıma okunuyor. Bu emeğimin karşılığını istiyorum” demiyorlar ki. Hep ,”Paramı artır, bana biraz para ver”. Bu, sınıfsal mücâdeleleri, hak mücâdeleleri, üretiminin karşılığını alamama mücâdeleleri… Ama öyle bir çöküntü var ki, bu söylediğinin dışında, meselâ tarımcılar sokağa indi, kadınlar dereleri, ormanları korumaya başladı, grevler arttı. Yani bu çürüme ve fakirleşme o kadar ağır bir oranda ki, bunu bilinçli bir emek ve hak arama mücâdelesinin dışında, hapşırır gibi reflekse dönüştürmeye başladı. Çünkü insanlar yaşayamıyor.

Ruşen Çakır: Ama şöyle bir şey de var: Balıkesir’de çiftçiler yol kesti biliyorsun. Ziraat Odası Başkanı gelip, “Arkadaşlar, haklısınız ama çok da uzatmayın” dedi; CHP Balıkesir Milletvekili de kezâ öyle. Baktılar ki çiftçiler tepki gösteriyor, oradan kaçtılar. Çiftçiler tek başlarına kalakaldı.
Altan: İşte tam da anlattığımı söylüyorsun. Bizdeki odalar modalar, hepsi devletin türevidir. Bunların siyah plakalı arabaları vardır. Milletvekilinin maaşını zâten Hazîne veriyor. Devletin ödemesini yaptığı, devletin himâyesinde, devletin uzantısı kurumlarla halkın emek kavgası, hak kavgası, var olma kavgası, yaşam kavgası verilemez; o kendi içinden ürer. Zâten buradaki mesele bu. Hadi bırak siyâsî meseleyi, her gün 5 kadın öldürülüyor. Normalde bunun üstü örtülebilir mi? Her gün düzenli olarak 5 kadın ölüyor. Beş işçi de Avrupa Birliği standartlarında iş güvenliği dosyasını açmadıkları için ölüyor. Düşünsene her gün 5 general, 5 cumhurbaşkanı, 5 cumhurbaşkanı yardımcısı, 5 parti başkanı, 5 genel başkan yardımcısı, 5 vali ölse…

Ruşen Çakır: Kıyâmet kopar.
Altan: Peki, kadınlarla emekçilerin onlar kadar değeri olmadığını kim söylüyor?

Ruşen Çakır: Onlar söylüyor.
Altan: Bravo.

Ruşen Çakır: Sonuçta gidişat parlak değil.
Altan: Çok kötü.

Ruşen Çakır: Daha da kötü olacağını söylüyorsun.
Altan: Gidişat ne demektir? İşlerin, olayların gelişme biçimi, durumu, yönü. Böyle bir durumumuz, yönümüz, gidişâtımız var mı? Yok. Ama târihsel olarak Necip Fazıl'ın işte din min filan diye yorumladıkları… Ama bunun bağlamının dışında, bizim durumumuzu anlatan sevdiğim iki mısrâ var. Diyor ki: “Tam 30 yıl saatim işlemiş ben durmuşum, gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum”. Bu benim için ne demek biliyor musun? Ben yeryüzü nereye gidiyor diye Nobel Fizik Ödülü’ne bakarım. 2023 Nobel Fizik Ödülü’nü kime verdiler? Maddedeki elektron dinamiklerinin incelenmesi için, zamânın en küçük birimi, yani sâniyenin bir kentilyonda biri olan attosaniye ışık darbeleri üreten deneysel yöntemleri keşfettikleri için üç bilim insanına verildi. Şimdi, zamânın, sâniyenin bir kentilyonda biri olan attosaniye ışığı yakalamış fizikçiler çıktı ortaya. Bir el çırpmasından daha hızlı bir anda deney yapabilen insanlar. Bilim çok parlak; ama siyâsetin ve toplumun konumu o kadar parlak değil, teknolojik ve bilimsel gelişmeye uyamıyor. Bu hep baskı doğurmuş. Nazizm dönemi de böyle. Fizikteki, teknolojideki çok ağır zıplamalar, toplumla bilim arasındaki farkı açınca, sıkıntılar, buna uyum sağlayamamalar, bundan dolayı ortaya çıkan daha baskıcı yöntemler, faşist üslûplar nedeniyle, çâresizlikten hayâta tutunamadıkları için onları destekleyen yığınlar çıkmış. Onun için Türkiye 21. yüzyılla ilişkisini sağlıklı bir yere oturtamadı. “Tam 30 yıl saatim işlemiş, ben durmuşum” durumunda bir yer burası. Hiçbir zaman bunu yakalayamadı. Şimdi böyle bir dert de yok. Hazîne’ye çökme dışında tartışılan ve görüşülen hiçbir şey yok.

Ruşen Çakır: Peki, biraz Türkiye’den çıkalım. Mehmet Altan ne yapıyor? Beraat ettin. Sen ne kadar yatmıştın?
Altan: Yirmi bir ay yattım. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay’ın üçlü referansıyla beraat ettim. Ama Türkiye’de hukuk olmadığı için, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve AİHM yok sayıldığı için, dolayısıyla Anayasa yok sayıldığı için, hukuksuzluğun arkasında duran idârî mahkemelerle uğraşmaya devam ediyorum.

Ruşen Çakır: Bilmeyenler için anlat lütfen. Sen devlet üniversitesindeydin.
Altan: Evet, ben 30 yıldır devlet üniversitesindeydim. 1986’da girdim; 30 yıl prof. olarak 30 bin çocuk yetiştirdim ve bir gece, Anayasa’nın “Akademisyeni YÖK dışında ve ifâdesi alınmadan kimse atamaz” hükmü ihlâl edilerek atıldım. Ben hapishânedeyken beni birileri atmış. Neden attığı belli değil. Sonra bu KHK için dâvâ açtım. OHAL Komisyonu diye bir komisyon vardı. O komisyon benim atılmamın doğru olduğuna karar verdi. Nasıl doğru atılmışım? İki neden gösterdi. Birisi mahkûm olduğum için — ki mahkûm olmadım, beraat ettim. İkinci neden de hakkımda soruşturma olduğu. Avukatım gitti araştırdı, baktı, mahkemeye dilekçe verdi. Mahkeme İstanbul Üniversitesi’ne sordu. Ama benim hakkımda soruşturma yok. Yani atılmam için hiçbir neden yok. Fakat o sırada daha başkanlık rejimi yoktu, hükûmet vardı. Hepsinin tanıdığı bir sürü adamın imzâsıyla beni attılar. Anayasa Mahkemesi “Bu adamı karakola bile çağıramazsınız” dediği halde, ben anayasaya aykırı olarak, bütün temâyüllere, hukuka her şeye aykırı olarak…Beni hâlâ uğraştıran Ankara 21. İdârî Mahkeme karârı. Anayasayı dinlemiyor. Hukuk olsa hepsi bundan dolayı yargılanır. Daha dehşet olanı, bununla başı dertte binlerce kişi var. Ankara 21. İdârî Mahkemesi’nde üç tâne adam, Cezâ Mahkemesi’nde yapılan soruşturmadan daha korkunç bir soruşturma yaptı. İşi sâdece OHAL Komisyonu’nun karârının doğru olup olmamasını incelemek. Oradaki 3 kişi büyük bir hadsizlikle yeniden bir cezâ kanunu araştırması yaptı. Anayasayı yok saydı, Yargıtay’ı yok saydı, AİHM’i yok saydı. İşte hâlâ bunlarla uğraşıyorum.

Ruşen Çakır: Bir de şöyle düşünelim. Mehmet Altan’ı bu kadar perîşan eden sistem, avukatı olmayan, imkânı sınırlı olan insanları kim bilir ne hâle sokuyordur.
Altan: Mahvediyor ve konuşmuyorlar. Benim hayat düstûrum meşrû olmaktır. Türkiye gayri meşrû hâle düştü. Türkiye bu hallere niye düştü? Anayasasını tanımayan devlet mi olur? Toplumsal sözleşme o. “Ben bunu tanımıyorum” deyince, “Gayrimeşrûyum” demektir. Benim bütün düstûrum meşrû olmak üstüne. Şimdi gayrimeşrû olarak 4 tâne hâkim var. Anayasa Mahkemesi karârına ve Anayasa’nın 15. maddesine rağmen beni 5,5 ay yatırdı. Bunun cezâsı zaman aşımına uğramıyor. Hürriyeti tahdit bu. Bir tânesini aldılar Yargıtay’a üye yaptılar. Kim yapıyor? On üç kişiden oluşan Hâkimler ve Savcılar Kurulu. Üniversite yok derken bunu söylüyorum işte. Üniversiteyi okuyorsun, Hukuk Fakültesi mezûnusun. Sonra Adâlet Bakanlığı’nda memur ya da bürokrat oluyorsun. Sonra, anayasayı korumak üstüne oluşmuş bir yapıda, anayasayı çiğniyorsun. Mahkemeler insanları niye yargılıyor? Kanunları, anayasayı çiğneyip çiğnemediğini anlamak için. Peki mahkemenin üç üyesi, “hâkim” cübbesini giyip anayasayı çiğnerse ve bunu da Hâkimler ve Savcılar Kurulu, terfî niteliğinde “Anayasayı çiğnersen seni terfî ettiririm” derse, sicil bozmazsa, İdârî Mahkeme müthiş bir rahatlıkla hiçbir şekilde anayasaya uymazsa, orası gayrimeşrû bir yerdir. Gayrimeşrû olunca da elinde silâh tekelini, güç tekelini, hukuk değil ama kanun yapma tekelini tutan, diğerlerini mahveder.

Ruşen Çakır: Buradan hareketle, bir de geç kalmış bir soru sorayım. Bunu sana soran çok olmuştur, belki bir yerlerde de anlatmışsındır. Gerek sen gerek ağabeyin Ahmet Altan, uluslararası alanda ilişkileri olan, dil bilen insanlarsınız. Sizlerin cezâevine girdiği dönemlerde, “Geliyor gelmekte olan” durumu vardı. İsteseniz gidebilirdiniz bir yerlere. Yanılıyor muyum?
Altan: Biraz önce “Meşrûyum” dedim. Gayrimeşrû olan gitsin. Biz buranın, bu toprağın ürünüyüz. Babam hukukçu. Adam bu ülkenin en çok yargılanmış yazarlarından biri. Ahmet onun rekorunu kırdı. Hep söylerim: Benim bütün idealim, doktoramı yaptığım yabancı diyarlardaki gibi özgürlük ve zenginlik olmasını istediğim bir Türkiye olsun. Ama burada vesâyetler var. Hem askerî hem sivil vesâyet. Demokrasi olsun deyince, ikisi birden sövüyor. Şimdi meselâ “Yetmez ama evetçiler” meselesi nedir? “Siz askerî vesâyete karşı çıktınız, ondan bu hâle geldik” diyorlar ya? Kardeşim, ben askerî vesâyete de karşıyım sivil vesâyete de. Ben demokratik bir cumhuriyet istiyorum. “Daha iyisini isteme” diye bir kavram yok burada. Daha iyisini istediğin vakit, topluca sövdüren vesâyet taraftarları var. Suç işlemeyen bir adam niye bırakıp gidecek? Söz konusu bile olamaz.

Ruşen Çakır: Ama yattınız. 
Altan: Eh yatarız, ne olacak? Gene yatarız. O mesele değil. Önemli olan meşrû olman; çünkü seni yatıran gayrimeşrû — ki bu ispatlandı. Meselâ beni sabaha karşı 04:00’te tevkif etti. Bu hangi meslekten diye sorsalar; bunca yazıya, 40 tâne kitaba, hocalığa, şuna buna rağmen, tanımlayamayacağım birisi, bir Sulh Cezâ hâkimi tek başına tevkif etti. Anayasa Mahkemesi, o hâkimin, Anayasa’nın 19. maddesi, 26. maddesi, 28. maddesini ihlâl ederek beni tutukladığını karar altına aldı. Geçen gün Tekirdağ’da İstinaf Başkanlığı’na getirilmiş. Eh şimdi anayasa ve hukuku yok saymanla başa çıkılamaz. Eziyet görürüm, ama meşrû ve haklı olmam konusunda, duruşum îtibâriyle bundan vazgeçmem. Onun için ben meşrû ve haklı olayım, ama diğeri eziyet yapsın. Yapacak bir şey yok.

Ruşen Çakır: Ağabeyin konuşmuyor, sanki inzivâda gibi.
Altan: Ahmet inzivâda değil. Ahmet, yeryüzünde inanılmaz gerçek, benim gözlerimle gördüğüm müthiş bir edebî başarı ve saygınlık edindi. Meselâ sen de çok iyi bilirsin, Femina Ödülü Fransa’nın en büyük beş ödülünden biri. 2021’de Hayat Hanım romanıyla Femina Ödülü’nü aldı. Bir Osmanlı sadrazamına yapılan sûikast üstünden muazzam derinlikli bir tip analizini yaptığı Zarlar kitabı İtalya’da yeni çıktı. Ahmet’in hapishânede yazdığı kitaplar 27-28 ülkeye yayıldı, inanılmaz ödüller aldı — olağanüstü. Babamın da kitapları 15 dile çevrilmişti; ama Ahmet’in başarısı bambaşka. Femina Ödülü’yle birlikte, Fransa’nın istisnâsız bütün kentlerinde vitrinlerde kitabı olan bir adam. Ahmet bunlarla uğraşıyor. Fakat Türkiye’de kitabı yayımlanmıyor. Ölü toprağı serilmiş vaziyette ülke; ama dünyada adamın başarısı ve şöhreti yayılıyor. Yeni bir kitap daha yazdı. Özetle, Ahmet edebî çalışması, gayreti ve dünyasının peşinde daha hızlı koşuyor.

Ruşen Çakır: Onu zâten biliyoruz, ama siyâseten de çok öne çıkıyordu. Artık o konuda hiçbir şey yapmıyor.
Altan: Türkiye bunları konuşmak için câzip değil gerçekten. Neyi konuşacağız? Konuştuğun şey sana irtifâ kaybettiriyor. Türkiye’ye üç adım mesâfeden bakarak Türkiye’yi konuşmadığın vakit hastalanırsın; sen de hastalanırsın. Ben de sana bir soru sorayım: Niye bu kadar nefessiz kalıyoruz? Bu medyanın konularını kim belirliyor? Bunun muhâlifi yandaşı yok. Onları dinlediğin zaman, zekâ düzeyin gittikçe aşağı düşüyor. Geçen gün çocuk psikolojisiyle ilgili yabancı bir profesörle konuşuyordum, “Çevreye göre zekâ gerilemez” dedi. Ben çok iknâ olmadım. Bu tartışma konularını sabah akşam izlediğin vakit, daha olgun, daha farklı bir hâle gelmiyorsun. 
Geçenlerde dünyada ne olup bitiyor diye bir baktım. Meselâ bir astrofizikçi, Van Gogh’un resimlerindeki gökyüzü üzerine bir kitap yazmış. Yani şimdi burada olsa, adamı sopayla kovalarlar. Biz, “Yumurta 35 kuruş daha arttı, benzin bilmem kaç lira oldu, işsizlik artıyor” meseleleriyle uğraşıyoruz. Soruyordun ya? Daha da korkunç olacak, çünkü ekonomi küçülüyor. Enflasyon çok yüksek. Yani hem işimiz yok, hem paramız yok; aldığımız her şeyin fiyatı da giderek pahalanıyor. Bunu, “Çok iyi. Kendimize geliyoruz” diye adama küfür eder gibi söyleyen “uzmanlar” yâhut siyasetçiler var. Böyle bir tımarhânedeyiz.

Ruşen Çakır: Bugün bana bankamdan, “Bu ay eskisine göre çok daha fazla harcama yapmışsınız, bunları görmek ister misiniz?” diye bir mesaj geldi. Halbuki aynı hayâtı yaşıyorum.
Altan: Eh tabiî, her şeyin fiyatı o kadar yükseliyor ki. Hepimizi, sâbit gelirli olan herkesi kasten fakirleştiriyorlar. Bu insafsızca bir şey. Siyâsetin, bu kadar bile bile, iktisat bilimini inkâr ederek, bu rahatlıkla boğazını sıktığı bir yerde, devletin, siyâsetin, hukukun, demokrasinin, bilimin, insanın, vicdânın olabildiğini iddia etmek çok zor.

Ruşen Çakır: Mehmet Altan, bitmez bu konular, noktayı koyalım.
Altan: Ama bu kadar ara veremeyiz. Bir dahaki sefere ne zaman geleceğimi söyleyeceksin, ben de yazacağım buraya.

Ruşen Çakır: Bu ülkede biz kaldıkça söz bitmez, merak etme.
Altan: Teşekkür ediyorum, sağ olasın.

Ruşen Çakır: Eyvallah. Prof. Mehmet Altan’la Türkiye’nin gidişâtını konuştuk. Kendisine çok teşekkür ediyoruz. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
06.10.2024 Özgür Özel üzerine bazı gözlemler ve notlar: Pirinç/bulgur paradoksu
29.09.2024 Bir yok edici melek olarak Erdoğan
27.09.2024 Özgür Özel, New York Türkevi hakkındaki rüşvet iddialarını niçin yalanlamış olabilir?
25.09.2024 Transatlantik: İsrail Lübnan’da ne planlıyor? S-400 sorunu çözülüyor mu? Erdoğan’ın Kıbrıs çıkışı
23.09.2024 Ruşen Çakır’la Hafta Başı (3): Narin Güran cinayetinde yaşananlar - Esad ve Erdoğan görüşecek mi? - Gelecek ve DEVA birleşiyor mu?
22.09.2024 Erdoğan ile Esad buluşmasını beklerken
20.09.2024 Ruşen Çakır, Kemal Can ve Kadri Gürsel ile “Haftaya Bakış” (232): 4. madde tartışmaları - İsrail-Hizbullah savaşı - CHP içi tartışmalar
18.09.2024 Transatlantik: İsrail’den Hizbullah’a siber saldırı - Trump’a ikinci sûikast girişimi - ABD Irak’tan çekiliyor
15.09.2024 Erdoğan’ın “din düşmanları”na ihtiyacı var
13.09.2024 Haftaya Bakış (231): İmamoğlu-Yavaş rekabeti - Narin Güran cinâyetinde tutuklamalar - Genç teğmenler krizi
06.10.2024 Özgür Özel üzerine bazı gözlemler ve notlar: Pirinç/bulgur paradoksu
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı