BDP, Demokratik Toplum Kongresi (DTK) ile birlikte 14 Temmuz günü saat 16.00’da, Diyarbakır İstasyon Meydanı’nda “Özgürlük İçin Demokratik Direniş” adıyla bir miting düzenleme kararı aldı. Mitingte esas olarak Abdullah Öcalan’ın ev hapsine çıkarılması talebinin dile getirilmesi bekleniyordu. Ancak Diyarbakır Valiliği ise, 14 Temmuz gününün PKK’nın Silvan saldırısı ve DTK’nın “demokratik özerklik ilanı”nın yıldönümü olmasını ve birtakım istihbarat bilgilerini gerekçe göstererek mitinge izin verilmeyeceğini ilan etti.
Pazartesi ve Salı gününü geçirdiğim Diyarbakır’ın bir numaralı gündem maddesinin doğal olarak bu miting olduğunu gördüm. Açıkçası BDP/DTK çevrelerinin valiliğin yasak kararından pek şikayetçi oldukları söylenemez. Yasağa rağmen mitingi düzenleyeceklerini söylüyor ve örnek olarak bu yıl yine Diyarbakır’da yasağa rağmen gerçekleştirilen Newroz/Nevruz kutlamalarını gösteriyorlar.
Geçekten de daha Newroz deneyimi hafızalarda tazeyken valiliğin (diğer bir deyişle devletin) neden böylesi bir yasağa yöneldiklerini anlamak mümkün değil. Anlaşılması zor olan bir başka nokta da, bu tür yasakların (daha doğrusu yasaklama girişimlerinin) tam da Kürt siyasi hareketinin istediği şey olduğunun görülmemesi, belki de görülmek istenmemesi. Halbuyki şurası çok açık: Kürt sorununda yaşanan her türlü sertleşme, çatışma ortamının tırmanması eninde sonunda devletin değil Kürt hareketinin lehine sonuçlara yol açıyor. Tüm ülke çapında yaşanan ve biteceğe benzemeyen KCK operasyonları bunun en çarpıcı örneği: Onca insanın tutuklanmasına rağmen Kürt siyasi hareketinin mevzi kaybettiğine tanık olmadık. Tam tersine bu “ek mağduriyet”le birlikte Kürt hareketine yönelik toplumsal destek artarken iktidar partisinin tabanında belli bir erime gözleyebiliyoruz.
Öcalan’ın muhtemel dönüşü
AKP’nin ilk kadroları partilerini kurarken “Bizim iktidarımızda yasaklamak yasak olacak” diyerek ortaya çıkmış ve haklı olarak epey ilgi toplamışlardı. İktidardaki 10 yılın sonunda, başta Kürt sorunu olmak üzere kritik konularda sık sık yasaklara başvuruluyor olması hazin ve düşündürücü. Tabii her yasak aynı zamanda tıkanmışlığın ve buna bağlı olarak çaresizliğin dışavurumu. Bu bağlamda Diyarbakır mitingi olayını irdeleyecek olursak hükümetin Öcalan’ı sessiz kılarak zaman kazanma stratejisinin Kürt hareketinin zorlaması nedeniyle artık daha fazla yürüyemeyeceğini ileri sürebiliriz.
Bu stratejinin bir ayağında Öcalan’ın rızası yer alıyordu. Eğer Öcalan’ın avukat ve akraba görüşlerinin devlet zoruyla durdurulması söz konusu olsaydı, daha önce benzer örneklerde olduğu gibi PKK, yurtiçi ve dışında çok ciddi protestolara ve terör eylemlerine imza atardı. Liderlerinin görüşmeyi kendisinin istemediğini bilen örgüt bu durumu kabullenmek zorunda kaldı. Ancak aradan nerdeyse bir yıla yakın süre geçmesine rağmen somut bir ilerleme kaydedilmemesi üzerine örgütün bu statükoyu bozmaya yöneldiği anlaşılıyor. Dolayısıyla Kürt hareketinin Öcalan konusunu sürekli gündeme taşımaya başlamasını sadece devlete değil Öcalan’ın şahsına karşı bir tutum olarak da görebiliriz.
Gelinen noktada devlet Öcalan/Kürt stratejisini gözden geçirmek zorunda kalacağa benziyor. “Ne yapabilir?” diye sorulduğunda verilecek ilk cevap “Öcalan’ı tekrar konuşmaya, mesaj vermeye teşvik edebilir” olacaktır. Hatta Öcalan bu mesajları ailesi ve/veya avukatları değil de medya aracılığıyla bile verebilir. Yani yakın bir zamanda Öcalan’ı bir gazetenin (muhtemelen yine Hürriyet) manşetinde görürsek şaşırmayalım.
Çok spekülatif olduğunun farkındayım, ancak gelinen noktada devletin Kürt sorunundaki en güçlü kozunun Öcalan olduğunu; bunu en uygun zamanda, en iyi bir şekilde kullanmak istediğini ve Kürt hareketinin kışkırtmalarıyla bu zamanlamayı öne çekmek zorunda kalabileceğini düşünüyorum.