AÇIKLAMADAN SONRA GÜLEN HAREKETİ -1
Cuma günü Fethullah Gülen cemaati içinde etkin pozisyonlara sahip epey kalabalık bir grupla bir araya geldim. Üç saati aşkın süren, benim deyimimle, “damardan” bir sohbet oldu. Yani bütün hayati konuları son derece açık bir şekilde ve samimi bir atmosferde konuşup tartıştık. Sonunda, sanıyorum onlar da bu sohbetten benim kadar memnun ayrıldı. Dolayısıyla bu hayli geç kalmış buluşmayı düşünüp gerçekleştirenleri tebrik ediyorum. Sağ olsunlar.
Bu buluşmanın eksenini hiç kuşkusuz geçtiğimiz günlerde Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın (GYV) imzasını yapılan açıklama oluşturuyordu. Gazetemiz Vatan dışında medyanın (buna Cemaat’in kendi yayın organları da dahil) ilk başta nedense öneminin farkına varmadığı bu açıklamanın Cemaat için bir tür dönüm noktası olduğu yolundaki fikrimi bu buluşmada doğrulama imkanı buldum.
Şöyle ki, gerek Ahmet Şık-Nedim Şener olayıyla birlikte ülke içinde ve dışında “özgürlük, demokrasi, hoşgörü, diyalog” gibi değerler üzerinden yıllar içinde inşa etmiş olduğu imajının ciddi bir şekilde aşınması; gerekse MİT kriziyle birlikte AKP hükümetiyle bir tür iktidar savaşı içinde olduğu algısının hakimiyet kazanması başta Gülen’in kendisi olmak üzere Cemaat’in önde gelen isimlerini haklı bir şekilde telaşlandırmış. Bu bağlamda, MİT krizinin ardından Yeni Şafak yazarı Ali Bayramoğlu’nun bana verdiği söyleşide dile getirdiği “Cemaat ‘ne oluyoruz, nereye gidiyoruz’ diye sormalı” çağrısının karşılık bulduğunu söyleyebiliriz. Bayramoğlu demişken, onun açıklama için yaptığı “taktiksel geri çekilme” değerlendirmesinden rahatsız olduklarını gözledim. Bense bu açıklamayı “şeffaflaşma yolunda stratejik ve olumlu bir adım” olarak nitelemiştim ki önceki günkü buluşma bu tespitimi doğrular nitelikteydi.
Yüzleşme
Daha açıklayıcı olması için olayın özel boyutunu biraz anlatmam gerekecek.
Türk basınında haklarında en uzun süredir ve en çok yazıp konuşan isimlerden biri olmama rağmen Gülen cemaatiyle aramda hep belli bir mesafe olmuştur. Örneğin daha hiçbir basın mensubunun ziyaret etmediği bir tarihte Cemaat’in yurtdışındaki okullarını gezip röportaj yapma isteğime olumlu karşılık alamadım. Aynı şekilde herkesten önce başvurmuş olmama ve medyaya sayısız mülakat vermesine rağmen Gülen’le görüşme yapma imkanım da olmadı. (Kendisiyle tek konuşmamız, Polat Oteli’ndeki ilk büyük iftarda elini sıkıp “Nihayet tanıştık” demem, onun da bana “Siz beni zaten tanıyorsunuz” karşılığını vermesidir.) Gülen hareketinin 1990’lı yılların başından itibaren gerçekleştirdiği kamuya açık faaliyetlerin büyük bir çoğunluğunu haberleştirdim. Gerek yurtiçi, gerekse dışında Abant Toplantıları’nın birçoğuna katıldım. Son olarak 2007 yılının Ekim ayında Londra’da düzenlenen Gülen Hareketi Sempozyumu’nu bir gazeteci olarak izlemiştim.
Açıkçası bu “mesafe”, hele birçok meslektaşımın Cemaat’e ve/veya Gülen’in kendisine fazlasıyla angaje bir imaj verdiği düşünülürse çok da rahatsız edici bir durum değildi. Ama Hanefi Avcı’nın o kitabı yazması, Mirgün Cabas’la birlikte Avcı’yı NTV Yazı İşleri programında canlı yayında ağırlamamız; ardından Ahmet ve Nedim’in tutuklanmalarına karşı alenen tavır almam nedeniyle bu mesafe Cemaat tarafından hızla açıldı. Öyle ki, Ahmet’in “dokunan yanar” tespitinden hareketle benim “ne zaman tutuklanacağım” ve “ne zaman işsiz kalacağım” üzerine bahis tutuşanlar oldu. İlkine para yatıranlar kaybetti, ikincisine yatıranlarsa kazanmadılar ama paralarını da kaybetmediler.
Bu süreçte yaşadıklarımı, fazla geciktirmeden ve ayrıntılı bir şekilde kaleme almayı düşünüyorum. Şimdilik şu kadarını söyleyeyim: Gülen Cemaati ile bir şekilde irtibatlı bazı kişiler ve yayın organları tarafından hakkımda üretilen dezenformasyonun onda birinin doğru olması durumunda bile Cuma günkü buluşma gerçekleşmezdi. Nitekim ben de sözlerime “Sizlere kızgınım. Fethullah Gülen’in kendisine de kırgınım. Çünkü hakkımda çizilmek istenen portrenin gerçek olmadığını en iyi bilmesi gereken kişilerden biri olmasına rağmen bu duruma müdahale etmedi” diye başladım.
Muhataplarımın cevabını, “Artık önümüze bakalım” temennisiyle özetleyebiliriz. Ben de kendilerine, 12 Eylül ile, 28 Şubat ile yüzleşen Türkiye’nin bu sözünü ettiğim süreçle de yüzleşmesi gerektiğini söyledim.
Son dönemin moda tabiriyle “rövanşizm” peşinde değilim. Bu nedenle Gülen Cemaati’nin son açıklamada dile getirmiş olduğu şeffaflaşma arayışını veri kabul ediyorum. Peki bu arayış ne derece başarılı olur? Bu sorunun cevabını tartışmayı yarına bırakalım. Ama yarın söyleyeceklerimi bugünden bir cümleyle özetlemek istiyorum: Gülen cemaati içinde “sivil” kanatın, dizginleri yeniden ele almakta olduğunu düşünüyorum ki bu herkesin hayrına bir gelişme.
Fakat tabii ki her şey bu kadar basit değil. Evet, yarın devam edelim.