Erdoğan: Demokrasi tramvayında ihtiraslı bir yolcu
Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanıyken, 14 Temmuz 1996 günü Milliyet Gazetesi’nde çıkan Nilgün Cerrahoğlu imzalı söyleşide “Demokrasi bir tramvaydır, gittiğimiz yere kadar gider, orada ineriz” ve “Demokrasi amaç değil araçtır” demişti.
Yaklaşık 4 yıl sonra, Zaman Gazetesi’nden Eyüp Can kendisine bu sözlerini hatırlatınca Erdoğan şöyle diyecekti: “Demokrasiyi araç olarak gördüğüm saptaması, bağlamından koparılarak ve zorlamayla başka bağlamlara yerleştirilerek sunuldu. Türkiye'de hep amaçlar esas, araçlar ise arız görüldüğünden olsa gerek, benim demokrasiyi araç olarak tanımlamam küçümseyici bir tutum gibi algılandı. Halbuki ben amaçların meşruiyeti kadar araçların meşruiyetine de inanan bir insanım. Amaçlar ne kadar meşru ve haklı olursa olsun, eğer araçlar aynı meşruiyete sahip değilse, hiçbir hakiki sonuç elde edilemez.”
Can’ın “Demokrasi meşru aracı ile anti-demokratik bir amaca ulaşmak istemediğinizi nereden bileceğiz?” diye üstelemesi üzerine Erdoğan “Bakın çok net söylüyorum, başka bir şeye ulaşmak üzere herhangi bir şeyi bağlamı dışında araçlaştırmayı ben gayri ahlâki bulurum” cevabını verecek, “Yani demokrasiyi içselleştirdiniz mi?” sorusuna da çok kısa ama net bir cevap verecekti: “Kesinlikle içselleştirdim.”
Bir başka kesin ve çarpıcı cevap da “Peki, demokrasiyi şeriat devletine ulaşmak için kullandığınız iddiası?” sorusuna gelecekti: “Hâlâ birileri çıkıp şeriat devletinden bahsederse, onu ciddiye almam.”
Hangi Erdoğan sahici?
Zaman Gazetesi’ndeki söyleşi “Niyet ettim Allah rızası için değişmeye” gibi alaycı bir sunuşla 5-6 Şubat 2000 tarihlerinde, yani Erdoğan liderliğindeki “yenilikçiler”in iki ay sonraki Fazilet Partisi Kongresi’nde Recai Kutan’a karşı Abdullah Gül’ü aday olarak hazırladıkları sırada yayınlandı. O tarihten bu yana AKP kuruldu, girdiği ilk seçimlerden tek başına iktidarla çıktı ve daha sonraki her genel seçimde oyunu artırarak her iki seçmenden birinin oyunu aldı. Ama Erdoğan’ın (ve partisinin) demokrasiyle ilişkisi konusunda kafalar bir türlü netleşmedi.
Kimilerine göre Erdoğan Nilgün Cerrahoğlu söyleşisindeki siyasetçidir; demokrasiyi bir araç olarak görmüş ve gideceği yere ulaşmış olduğu için demokrasi tramvayından çoktan inmiş ve Türkiye’yi demokrasi açısından geri bir noktaya taşımıştır. Kimileriyse Eyüp Can söyleşisindeki, demokrasiyi içselleştirmiş, “şeriat devleti” önermesini ciddiye almayan Erdoğan’ın gerçeği yansıttığını düşünüyor ve ülkenin 10 yılda demokrasi konusunda son derece ileri adımlar attığını iddia ediyorlar.
Ne o, ne öteki
Peki hangisi doğru? Türkiye’de pekçok konuda olduğu gibi gerçeğin, bu iki uç bakışın ortalarında bir yerde olduğunu düşünüyorum. AKP’yi kuran kadroların demokrasiyi “beşeri ideoloji” olarak gören ve dışlayan bir gelenekten geldiklerini biliyoruz. Ama yine aynı kadronun, iktidara gelmek ve daha önemlisi iktidarda kalmak için demokrasiyi savunmak durumunda kaldıklarını da biliyoruz. Sorun, yaşanan bu “mecburi demokratikleşme”nin ne derece içselleştirildiği ve “mecburiyet”in yerini “gönüllülük”ün alıp almadığıdır.
Bu bağlamda, “AKP’nin aslında demokrasi diye bir derdi hiçbir zaman olmadı. Kendi önünü açmak, iktidarını güçlendirmek için demokrasiyi kullandı” gibi herhangi bir işlevi olmayan ya da kalmamış tespitlerle vakit kaybetmek yerine dindar kesimlerin tümüyle çoğulcu bir demokrasi savunusuna geçmesinin önünün neden tıkandığını ve bunun önünün yeniden nasıl açılabileceğini sorgulamamız daha isabetli olacaktır.
Çoğulcu değil çoğunlukçu demokrasi
AKP ve Erdoğan’ın demokrasiye bakışlarında iki temel hata öne çıkıyor:
1)“Çoğulcu” değil de “çoğunlukçu” bir demokrasi anlayışını benimsemek.
2)Demokratikleşmeyi darbelerin önünün kesilmesi ve askeri vesayetin sonlandırılmasına endekslemek.
Çoğulcu-çoğunlukçu demokrasi arasındaki fark üzerine çok şey söyledik, daha da söyleriz. Bu yazıda tek bir örnek vermek yeterli olabilir: Erdoğan kamuoyu yoklamalarında halkın idam cezasının yeniden uygulanmasından yana olduğunun altını çizerek yeni bir tartışma başlattı. Halbuki çoğunluğun idamdan yana olması bu cezanın “doğru” olduğu anlamına gelmez. Zaten demokrasi, çoğunluğun her istediğini yapmak değil, gerektiğinde çoğunluğun tepkisini göze alarak sayıca az olanların “doğru”, “haklı” ve “meşru” taleplerinin karşılanmasıdır. Nitekim dün idam cezasını kaldıran siyasetçiler bunun bedelini sandıkta çok kötü ödediler ama Türkiye’yi demokrasi açısından epey ileri bir noktaya taşıdılar.
İkinci şıkka geçecek olursak: Tabii ki askeri vesayete karşı olmak tartışmasız demokrasinin olmazsa olmaz şartlarındandır. 10 yıllık AKP iktidarının ülkemize yaptığı en büyük iyilik de askeri vesayetin sonlandırılması veya iyice etkisizleştirilmesidir. Ama hükümetin askerin siyasi alanın dışına atılmasından itibaren demokrasi konusunda frene basmasının savunulacak hiçbir yönü yok.
Öte yandan AKP iktidarının son 2-3 yıldır demokrasi konusunda hoyrat davranışları, özgürlükçülüğün yerini yasakçılığın, açılımların yerini kapanımların almasının önemli bir nedeni de güçlü, doğru soruları soran, doğru eleştirileri yapan bir muhalefetin bulunmamasıdır. Eğer AKP’yi demokrasi konusunda eleştirenlerin büyük bir çoğunluğunun sahiden demokrasi diye bir dertleri olsaydı sanıyorum AKP de demokratikleşmede kolay kolay frene basamazdı.
Sonuçta Türkiye eski statükoyu yeniden hakim kılmak isteyenlerle kurmuş oldukları yeni statükoyu korumaya çalışanların amansız mücadelesinin toz bulutları altında demokratikleşme konusunda teklemeye başladı.